16 Ekim 2008 Perşembe

RUH

Arapça kökenli olup, bütün varlıkların maliki, yaşatıp terbiye ve idare edeni, yani Rabbi olması hasebiyle Allah'ın bir 'emr'i,

ya da Emr'inden bir 'emr'idir ki, his ve hare­ket yönleriyle cismanî, ilim, irade, basiret ve kalb yönüyle manevî hayatın esası, kay­nağı ve kökenidir.

Grekçede "ruh" anlamına gelen "psuk-he" kelimesi "psukhâ" fiilinden türetilmiş olup, "solumak" ve "liflemek" demektir. Kavram olarak terimi Aristotales kullan­mış, ondan sonra düşünce ve bilim disiplin­lerinin değişik alanlarında yerleşmiştir. Psychique, psychiatrie, psyehisme, psychologie, psychopathie gibi. Felsefe ta­rihi ve felsefe öğretileri bakımından Sir William Hamillon, terimin birçok dillerde karşılığını belirterek hemen bütününde ruh deyiminin aynı İnanç kaynağından doğdu­ğunu savunmuştur. Grekçe'de ruh terimini karşılayan kelimenin nefs ve hava olduğu anlamına gelmesi gibi, Lâtincede ruh de­mek olan "spiritus"un da solumak mastarın­dan lürcüldiği bilinmektedir. Ayrıca latince ruh anlamına gelen "anima" ve "animus" kelimeleri de uyutulmak demektir. Bu keli­me Grekçe'de "anemos" şeklinde olup rüz­gar ve hava karşılığındadır. İngilizce'de "soul", Almanca'da "seele" kelimeleri, go­tik dilinde "fırtına" demek olan "saivala" kökünden gelmektedir. Eski İngilizce'deki "ghost" kelimesi İncil metinlerinde genel olarak ruh karşılığında kullanılmaktaydı. Almanca'da "geisı" kelimesi de aynı anlam­dadır. Her iki kelimenin "gas" (gaz) ve "geshfden türetildiği ve bunların da hava olduğu bilinmektedir. İbranice'deki "nefes" ve "ruh" kelimeleri soluk almak anlamına gelen fiilden türetilmiştir. Sanskritce'deki "atma" ruh anlamına geldiği gibi, rüzgâr ve hava anlamlarını da kapsar. Grekçe'deki "atmos" kelimesinin Arapça'da ruh, rih, ra­yiha, rahat vb. türetmelerde ilk anlamlannda rüzgâr ve hava demekür.

Tarih boyunca 'ruh' konusunda çok çe­şitli şeyler yazılıp söylenmiş, çok görüşler ortaya atılmış, fakat özellikle marksistler ve bazı maddeciler dışında 'ruh'u inkâr eden pek çıkmamıştır. Marksistlerin 'ruh' konu­sundaki yanlışlıklarının temelinde yatan faktörlerden biri de, ruh'u veya ruhçuluğu, her somut olanı zihne veya salt düşünceye irca eden îdealizm'le özdeş görmelerinde yatıyor olsa gerektir.

Bilinen felsefe tarihinde ilk ruhçu anla­yış, bir başka deyişle, ruh'a Öncelik tanıyan anlayışa eski Çin, Hind, Mısır ve Yunan dü­şünce çevrelerinde rastlandığı söylenir. Po­zitif araştırmaya dayalı tarih anlayışı açısın­dan bu belki doğru olmakla birlikte, ruh'un ilk insandan bu yana konuşulduğu, üzerin­de düşünülüp kafa yorulduğu, ruh'un ve fel­sefî bir sistem olmamakla birlikte ruhçulu-ğun ilk peygamber olan ilk insanla birlikte var olduğu, herhalde ispatı da, inkârı da bi­limsel açıdan bile mümkün olmayan bir va­kıadır. Çünkü, pozitivist tarih ve bilim anla­yışını bir yana bırakıp, belki daha doğru bir deyişle, poziüvist tavrı bir inkâr değil, reel olanı görebilme olarak değerlendirip, insa­na ve tarihe bu açıdan baktığımızda, insanın değişmeyen 'araştırıcı, öğrenmeğe yöneli-ci, sorup soruşturucu, kendini, çevresini ve Yaratıcısı'nı tanıma meraklısı fıtrat ve ka-rekteri' her zaman kendini ortaya koyacak­tır. "Ben neyim, kimim, neden ve niçin varım, vazifem nedir, nereye gidiyorum?" so rularıni ilk insanın da bugünkü insan gibi sormadığını kimse iddia ve ispat edebilecek bir delile sahip değildir.

Dil araştırmacıları ve antropologların ortaya koyduklarına bakıldığında, tarihin ilk devirlerinde insanın ruh hakkındaki bilgisinin çok fazla olmamasına rağmen, ölüm konusunda duyduğu endişe onu düşünmeye sevketmiş olmalıdır. Yani ölen bir insanda veya varlıkta, yok olan şeyin ne olduğu so­rusunu sormaktan kendisini alamamıştır. Sözgelimi ölen İnsanda ilk göze çarpan de­ğişikliğin soluk alıp vermenin durması, do­layısıyla İnsan ncfcsiylc hava, havayla da ruh arasında bir İlgi kurulması bu bakımdan dikkat çekicidir. Nitekim Antik felsefede Milct'li Anaksimcnes, evrenin asli ilkesi (arkhe) olarak havayı ileri sürmüştür. Dü­şüncesini açıklamak için de, insan vücu­duyla evren arasında benzetme yapmıştır. İnsandaki hayatın ve canlılığın sağlanma­sında nefes, hava nasıl temel ise, evrenin oluşmasında da aynı şekilde havanın esas olması gerekliğini savunmuştur. Fakat, bi­linen doktriner felsefe tarihinde eski Çin, Hind ve Mısır dışında 'ruh' konusuna önce Pisagor mektebinde rastlıyoruz. Aslen İyonya'lı olup, Kroton kentinde gizli bir fel­sefe kurarak, Öğrencilerine 'insan bilgisinin tümünü kuşatan' anlamında 'matemata', ya­ni din, töre ve siyaset dersi veren Pisagor, matematik kavramlardan kalkarak varlık, oluş ve Kâinat hakkında açıklamalarda bu­lunuyor ve ruhun varlığına, ebedîliğine ve başka bedenlere girdikten sonra ölümden sonra da devam ettiğine (tenasüh) inanıyor­du. Daha sonra, bir bakıma onun görüşleri­nin sistematik ifadesi olarak, Hrİstiyan ilâ­hiyatçılardan Erigena, Kâinat'ın asıl var­lığının 'ruh' olduğuna şöyle delil getirmiş tir:

"Noktanın uzayı (mekânı) duyularla de­ğil, akılla kavranan bir uzaydır. Bu yüzden nokta cismanî değildir ve doğruların baş­langıcıdır. Bir doğru cismanî değildir ve yüzeylerin başlangıcıdır; bu yüzey de cismanî değildir ve hacimliliğin başlangıcıdır. Hacimlilik maddenin kemalidir. Bu yüz­den, madde gerçekten cismanî olmayan ni­teliklerin bir bileşimidir; bütün maddî şey-İeri kuran içeren biçimdir ve biçim de cis­manî değildir."

Pisagor'dan sonra, ruhçu anlayışa felsefi temel kazandıran Platon, ruhu maddeden tamamen ayrı bir cevher, "ten kafesinde mahpus can kuşu", asıl üstün alemdeki müstakil varlık olarak kabul etmiştir. Bu ünlü Yunan filozofuna göre, gerçek ölüm­süzlüğe ulaşmak 'ruh' yoluyla mümkün olup, pratikte ise bu, delikanlılarda çeşitli erdemler ve üstün yetiler meydana giter-mekle gerçekleşir. Platon'da, gerçek güzel­lik 'kendiliğinden güzel'e varmada ve bir bakıma 'ruh güzelliği'ne ulaşmadadır. Bu bakımdan, san'atı bir 'mîmesis' (taklit) ola­rak yapan san'atçılar görüntüleri resmeden kopyecilerden ibarettir; hakikî varlıktan ha­bersiz olan böyleleri belki tiyatro ve koro merakı içinde ve güzel seslere, güzel renk­lere, güzel biçimlere, kısaca güzelliğin be­lirdiği, yansıdığı her şeye hayrandırlar ama, güzelin kendini görüp sevmeye ve ona ulaş­maya asla düşünceleri yetişemez.

Maddeyi varlıktan yoksun gören ve İde­ler dünyasıyla görünüş veya duyulur dün­yayı birleştirerek Platon'dan ayrılan yeni Platonculuk adlı iskenderiye okulunun ku­mcusu Plotinus'un panteist metafiziğinde yine ruh belli bir önceliğe sahiptir. Bu me­tafizik 'Bir'le başlar ve bu 'Bir'in ışıması olan Nous'la devam edip, ruh'a ulaşır. No-us'un kendi içinde tezahürü, tecellisi veya ışıması (emanation) yoluyla meydana getir­diği bir kopyası olan Ruh da kendi içinde 'evren ruhu' ve 'ferdi ruhlar' diye ikiye ayrı­lır. Ferdi ruhlar, Bir'e ulaşmak ve maddeden

kurtulmak isteğindedir; bunun yolu ise vecd (extase) dir. Ruh'un dünyada tanıdığı ve ruha yakın olan her şey güzel, ruhun uzaklaştığı her şeyse çirkindir. İdrak de Ruh'un bir tezahürüdür ve duyulur dünyada biçim sahibi olan her şey, Ruh'tan ve ruh aracılığıyla No us'tan doğar.

Rönesans sonrası Batı düşüncesinde İlk kez Decartes, düalist bir anlayış getirmiş ve ruh-beden paralelliği içinde sübjektif ruh-çuluğu savunurken, Leibniz, monadlardaki müşahedeci ve monist (tekçi) ruhçuluğu ileri sürmüştür. Baü'da Mutlak Ruhçuluğun temsilcilerinden olan Ravaisson, Kâinatı bülün bir ruhtan ve (abiat kanunları denilen tekrarlan da ruhun alışkanlıklarından ibaret sayar.

Kâinat'ta cereyan eden tüm hadiselerin altında yalan ve yanlışlıkla 'tabiat kanunla­rı1 diye adlandırılan İlâhî yasalar vardır; bir bakıma pozitif bilimlerin de mekanik düz­lemde temelini oluşturan bu yasaların varlı­ğıdır ki, Kâinat'a ve hadiselere 'varlık' ka­zandırmaktadır. Söz gelimi, üreme, büyü­me, genleşme, foto-sentez olayı, donma ve erime, buharlaşma, gezegenlerin hareketle­ri, mevsimlerin maydana gelmesi, doğma ve ölme vb. hep belli 'İlâhî yasalar' çerçeve­sinde cereyan eder; işte bu yasalar itibarî (nominal) olmayıp, hariçte vücud sahibi ol­salardı, 'ruh' olacaklardı. O halde, Ruh, var­lık aleminde ışıktan, ateşlen, topraktan, esîr maddesinden ve hattâ rüzgârdan yaratılmış nuranî, maddî-nuranî ve kesif canlıların vü cud sebebi veya asıl vücudu, onlara varlık kazandıran, ama onlarla sonlu ve onlara bağlı değil, hayatın, hareketin, idrakin ve her türlü duygu ve duyuların kaynağı, ta­savvur, düşünce ve iradenin merkezi, ölüm­süz ve Yaratıcı'nın doğrudan Kendi'ne bağladığı özdür, cevherdir. Konunun daha iyi anlaşılması için, Nefs konusunda verilen misal burada da verilebilir:

Belli bir konuda yazılmış ve bütün bir anlam ifade eden bir yazıyı ele aldığımızda, yazının anlamı veya muhtevası 'ruh'tur. Bu ruh 'harflerle dışlaştığmda, kendi içinde bütün bir 'mana* ifade eden kelimelere bölü­nür ve bu kelimeler cümleleri, cümleler pa­ragrafları, paragraflar da bütün yazıyı oluş­turur. Kâinatı böyle bir 'yazı' veya 'kitap' olarak düşündüğümüzde, onun küllî bir ru­hu ve varlığı olduğunu, Kâinat'ın bir gün ölecek büyük bir 'hayvan' (canlı) olduğunu kavrayabiliriz. Nasıl bir yazıdaki herbir ke­limenin aslı, taşıdığı mana ise ve bu mana olmadığı sürece, o kelimenin de olması mümkün değilse, aynı şekilde her varlığın aslı, daha doğrusu asıl vücudu ruhudur. Ke­limenin harflerle dışta görünmesi, cisim ve­ya şekil giymesi örneği, her bir ruh da duyu­lur dünyada maddenin kendine has şekliyle birleşir, "ete kemiğe bürünür" ve ortaya çı­kar. Bir yazıyı veya kitabı yok ettiğimizde, bir kelimeyi sildiğimizde nasıl 'mana' orta­dan kalkmaz ve yok olmazsa, aynı şekilde cismin, ruhun mahiyetiyle dışta görünmesi­ne sebep olan cesedin yok olmasıyla da 'ruh' ve dolayısıyle o varlığın kendisi yok olmaz. Bu nedenle, varlıklar cesetleriyle, dıştaki görünümleriyle sonlu, yani ölümlüyseler de, asıllanyla, yani ruhlanyla bakidirler, Ölümsüzdürler.

Varlıkta 'madde' asıl olmadığından, 'vü cud' asla maddeyle sınırlı ve maddeyle mü-sahhar değildir. Madde ancak bir manâ ile kaimdir ki, o manâ hayattır, ruhtur. Hem, madde hizmetçidir, manevî hakikatin ke­male ermesinde basit bir vasıtadır. Madde hakim değil, mahkûmdur, bir esasın hükmüne bağlı olup, o esasın gösterdiği yollar­la hareket eder; bu esas ise ruhtur. Hem madde asıl ve esas değildir, tersine yarılma­ya, erimeye, değişmeye, yırtılıp parçalan­maya, uzalıp kısalmaya hazır bir kabuktur, köpüktür ve surettir. Maddenin küçülüp in­celmesi nisbetinde ruhun ve hayatın eserleri artar; maddeden uzaklaşıldıkça, maddî ha­yatta soyutlandıkça ruh, şiddet ve yorgun­luk kazanır ve kendine has alemlerle uyku­da veya uyanıkken temasa geçebilir. Du­yan, gören, hisseden, yaşayan, idrak eden ve bilen 'ruh' olduğundan ve ruh başta ve sonda maddeyle, cescdlc sınırlı ve mahkûm bulunmadığından ve ruhlar ile bir bakıma serbestçe hareket edebildiklerinden kendi­lerine has şekilde birbirleriyle buluşup ha­berleşebilirler ve görüşebilirler; hatta, Kur'an'da da ifade edildiği üzere bir takım ruhlar 'temessül' edip, yani herhangi bir var­lığın şeklini alıp duyulur dünyada görüne­bilirler.

Ruh; "ten kafesinde mahbus" iken, îra-de'nin kötü yönde kullanılması sonucu kir­lenir, kararır ve bir bakıma manen ölür; eğer irade seçimini daima iyi yönde, Allah'ın yo­lu istikametinde yaparsa, o zaman Ruh hep temiz, parlak ve şeffaf kalır. Bu şekilde, 'iyi ruhlar' dereceleri, paklık ve şeffaflıkları nisbetinde Allah'la, meleklerle, ruhanîler ve daha başka iyi ruhlarla Allah'ın izni ve kudretiyle değişik biçimlerde temasa geçe­bilirken, kirlenmiş, tamamen sınır tanımaz dünyevî arzuların, ifrat veya tefrit halindeki 'şehvet, gazap ve akıl' kuvvetlerinin emrine girmiş ve bunun sonucunda 'habisleşmiş' ruhlarla da şeytanlar rahatça temas kurar ve böylece insanlardan da şeytanlar meydana gelir. Bugün özellikle Batı dünyasında Transendantal meditasyon (aşkın düşünme)' gibi bir takım yöntemlerle yapılan 'nıh çağırma' girişimleri, bir bakıma şeytanlaş-mış insanların cin şeytanlanyla bir çeşit te­masından ibaret olsa gerektir.

Ruh, daha çok insan, hayvan, cin ve me­lek gibi canlı, hı ekelli, his ve idrak sahibi varlıklar için söz konusu olup, bitkilerde ve cemadatta (camid/katı-cansız varlıklarda) haricî vücudu olmayan ruh, daha doğru bir deyişle, ruh yerine Allah'ın bir veya birkaç ismi ya da bu isim(lcr) in vücud verdiği 'ya­sa1 hakimdir ki, bir bakıma "Fıtrat' da diyebi­leceğimiz bu 'yasa'yla o varlık, Rabbini, Yaratanı'nı tanır ve fıtrat diliyle O'na ibadet eder, duada bulunur, O'nu teşbih eder ve O'na hamd eder.

İnsan, doğumundan itibaren besinlerle bedenen gelişirken, ilim ve iman yoluyla da manen tekamül eder; hayat, bir bakıma bu tekâmül için insanın tabi tutulduğu irade sı­navından ibarettir. Ruh, bir yandan bedene 'can' katarken, bir yandan da ilim ve iman yoluyla irade'nin Allah'ın istediği doğrultu­da kullanılması ve bu maksatla verilen mü­cadelenin getirdiği terbiyeyle sahibine en üstün faziletleri, gerçek saadeti, en kısa de­yişle, 'gerçek hayat'ı kazandırır. Bu bakım­dan, basiretin, ilmin, imanın, salih amelin, terbiyenin ve faziletlerin merkezi olarak ruh; Vahy ve Kukanla özdeştir, belki başka ve daha doğru bir deyişle Vahy ve Kur'an, 'ruh' olarak da isimlendirilebilir. Nitekim, bizzat Kur'an'da, kendisinin bir 'ruh1 olduğu anılmakta (42: 52), bazen de rasullere inen kudsî ruh ve 'emin ruh'tan, bazen de kıya­met günü meleklerle birlikte gelecek belirli •Ruh'lan söz edilmektedir (16:102,26: 195, 78: 38). Bu yönüyle, insana gerçek 'manevî' hayatı kazandırması açısından Kur'an ve Vahy bir 'ruh' olduğu gibi (8: 24), nebilere

inen ve onlan destekleyen bir Ruh'un varlı­ğını da herhalde kabul etmek gerekir. Ayrı­ca, Allah'ın her yarattığı tam olarak güzel ve vücud her bakımdan hayır, dolayısıyle varlıklar yaraülış noktasında güzel oldukla­rından hayatın merkezini oluşturması ve her şey bir anda 'Allah'ın "ol" emriyle olu-verdiği için varlıkların ve hadiselerin Al­lah'ın emrinden birer "kelime' olması açısın­dan, Ruh Allah'ın 'emr'idir veya emrinden bir 'emir'dir.

Ruhban, rehbet'ten rahibin çoğulu bir kelimedir. Rchbet, acı ve ızdırap duyup bü­yük bir korkuya kapılarak çekinmek, anla­mındadır. Bir anlamı da zühd ve riyazette normal sınırlan aşmaktır.

İlk hıristiyanlar, et yememek, süresiz oruç tutmak, boyunlarına zincir vurmak, kendilerini iğdiş edip erkeklikten düşürmek suretiyle nefislerine eziyet eder ve bu yolla ancak Allah'ın rızasının sağlanacağını Öne sürerlerdi. Düşünüşe göre nefsi, eziyet, sa­bır ve tahammül ile itaate alıştırmak için nefsin arzularına, istek ve tutkularına karşı savaşmak, hatla ihtiyaçlarını kökten yok et­mekten başka çare yoktur. Çünkü hıristi­yanlar gözünde nefis, fıtratı gereği günah­kar olduğundan, kişi ancak bu şekilde ilahi rızayı kazanabilir. Yine hıristiyanlara göre Hz. Yahya ve Hz. İsa zühd ve çilenin en iyi örneklerini koymuş seçkin peygamberler­dir. Ancak onlan da geçmek gerekir. Bunun için öncelikle din büyükleri, azizler ve ön­derler her biri birer rahib olmak zorunda­dır.

Hz. Yahya ve Hz. isa'nın, tanımı bu ka­dar abartılmış bir zühd hayatı yaşadığı kuşkuludur. Nitekim Abdullah bin Mcs'ud ka­nalıyla gelen bir rivayete göre Hz. Muham-mcd (s.) ruhbanlığın tarihi menşeini şöyle açıklamaktadır:

"Bizden öncekiler yetmiş bir fırkaya bö­lündü; içlerinden üçü kurtuluş buldu, diğer­leri helak oldu gitti. Bu üç fırkadan biri zor­ba yönetimin (müluk) zorba güçleriyle kar­şı karşıya geldi ve Allah'ın dini ile Meryem oğlu İsa'nın dini üzerine onlarla savaşa tu­tuştu, melikler onları katlettiler. İkinci fır­kanın zorba güçlerle savaşacak gücü yoktu. Onlar kendi kavimleri içinde insanları sözlü tebliğle Allah'ın dinine çağırma yolunu tut­tular, fakat melikler onları da kılıçtan geçir­di, hatta bıçaklarla biçti. Üçüncü fırkanın İse ne meliklerle silahlı mücadeleye girişe­cek güçleri vardı, ne de kavimleri içinde ka­lıp onlara tebliğde bulunmaya. Bunlar çöl­lere ve dağlara çekilerek oralarda terehhüb eltiler."

Bu hadis Hıristiyanlığın ilk yüzyılların­da Hıristiyanlarla Romalılar arasında cere­yan eden kanlı çatışmalarla, mücadelelerle uygunluk içindedir. Gerçekten ilk üçyüz yı­lında hıristiyanlar büyük acılar çektiler, kı­lıçtan geçirildiler, diri diri ateşte yakıldılar. İlk büyük manastır ve ibadethanelerin, çile-hane ve küçük kiliselerin ıssız yerlerde, dağ başlarında olması gerçeği de bunu doğrula­maktadır. Bütün bunlar bize gösteriyor ki Hıristiyanlıkta ruhbanlığı ortaya çıkarıp kurumlaştıran gerçek amiller, dini amir hü­kümler veya peygamberlerin öngörmesi değil, doğrudan tarihi değişme ve zorlayıcı şartlardır. Oysa Kur'an açıkça, ruhbanlığı kurumlaştıran, din adamlığı sınıfını ortaya çıkaran hıristiyanları kastederek: "Onlar ruhbanlığı türettiler, biz ise onlara bunu emretmem iş tik." (Hadid, 27) demektedir.

Ruhbanlık ve din adamı sınıfı olgusunun bu dinde Sn. Paul'un Hıristiyanlığı temel değişikliğe uğratmasından sonra daha da pekiştiğini söyleyebiliriz. Aziz Paul, Hz. İsa'nın tebliğinden Hz. Musa'nın şeriatını adeta ayıklayarak Hıristiyanlığa bugünkü şeklini veren Önemli bir kişidir. Oysa Hz. İsa yeni bir şeriat getirmemiş, Hz. Musa'nın şeriatını devam ettirmişti. Aziz Paul, Hz. Musa'nın şeriatını, dünyaya ilişkin temel hüküm ve kurallarını bu dinden ayıklayınca geriye sadece mistik, manevi, ahlaki ve ter-biyevi karekterde bir din telakkisi kaldı. Öyle ki dünya ile ilgili hiç bir temel hüküm ve ilke koyamayacak duruma gelen Hıristi­yanlık, sonunda Sn. August'un diliyle "Tan­rıyı sev ve istediğini yap" türünden hiç bir ilahi dinin asla kabul edemeyeceği muhar-ref ve çarpık bir içerik kazanmış oldu.

Kuşkusuz bir kurum olarak ruhbanlık Hıristiyanlık tarihinde Önemli bir yer tutar, halta onunla özdeştir, denebilir. Sonraları gelişen dini doktrine göre ruhban sınıfı kut­sanmış din Önderlerini temsil eder ve bunlar lâyuhtî (hala etmez, yanılmaz) kabul edilir. Bütün dini tasarruf ve karar hakkı ruhban sınıfının elindedir. Öyle ki rahipler ve pa­pazlar, gerektiğinde açık dini bir hükmü de­ğiştirme yetkisine sahiptirler. Günah affet­mek, kimi insanları günahkar ilan etmek, yeni dini yükümlülükler ve vergiler koy­mak, dine yeni ibadet şekillerini eklemek, cennet veya cehenneme insan göndermek, ahiretıe arazi satmak, İtaatle kusur göste­renleri engizisyon mahkemelerine verip aforoz etmek, dinden çıkarmak, hatla insan­ları diri diri ateşte yakmak vb., daha nice ka­rar ve uygulama..

Genel ve otantik dini tanıma göre ruhban sınıfı, kendini ilahlık ve rablık makamına yükseltmiş insanlardan oluşur. Kur'an buna şöyle değinir: "Onlar Allah'ı bırakıp bilgin­lerini ve rahiplerini rabler edindiler ve Mer­yem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başkasıyla emro-lunmamıslardı" (Tevbe, 31). Bu ayeti işitti­ği zaman İslami öğretiyi araştırmakta olan Adiy bin Hatern, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle demişti: "Bu ayet, bizi, bilginlerimizi ve rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Bunun gerçek anlamı nedir? Çünkü biz on­ları kendimize rabler edinmeyiz." Bunun üzerine Hz. Peygambcr'in verdiği cevap şu­dur: "Siz onların haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarım helal sayıp öylece kabul etmiyor muydunuz?" Adiy: "-Evet" deyin­ce, Hz. Peygamber: "İşte sizin onları kendi­nize rabler edinmenizin anlamı budur." di­ye buyurdu.

Yukarıda saydığımız bir takım dini ta­sarruflar yanında onlar, ahbar ve rahiplerini Allah'a oğul isnat etmek, kanun ve hüküm koyma yetkisini din adamlarına devretmek ve Allah'ın indirdiklerine aykırı şeyler söy­lemelerine ses çıkarmamakla rabler mevki­ine çıkarmışlardı. Yahudi ve hıristi yanların gözünde, anların din adamları ne yapıyor idiyse, bunu tanrısal bir hak ve güçle yapı­yorlardı ve onlar asla yanılmıyordu (layuh-ti). Bir rivayete göre Rcbi1, Adiy bin Ha-tem'e şunu sorar: "Rablık îsrailoğullannda nasıldı?" Adiy şöyle açıklar: "Çoğunlukla Allah'ın kitabında açıktan açığa hahamla­rın, rahiplerin (din adamları) söylediklerine aykırı şeyler olurdu. Buna rağmen İsrailo-ğullan Allah'ın kitabını bırakır, din adamla­rının sözlerine sarılırlardı."

Belki ruhbanlık niyet ve düşünce olarak, hakim yönelimin zulüm ve baskısından, dünyanın insanı aldatan çekici güzelliklerinden kaçınmak için tasarlanmış iyi bir yoldu. Ancak bizzat din adamlarının kendi­leri buna riayet etmediler (Hadid, 27), aksi­ne insanları dîn maskesini takarak aldattı­lar, mallarını yediler, kendileri dünyaya de­ğer verilmemesi gerektiği yolunda öğütler verirken dünyaya tutkuyla, hırsla sarıldılar (Tevbe, 34).

Ruhbanlık kurumu ve yaşayış tarzı te­melde insan fıtratına, gerçeğine aykırı oldu­ğundan, hiç bir zaman gerçek amaçları doğ­rultusunda bir gelişme göstermedi, tam ak­sine hep dejenerasyon, çöküntü ve yüzkt-zartıcı bir kimlik kazandı. Kadını aşağıla­yan bir kurum olarak rahiplik, kadın ve in­sanın cinselliğine ilişkin değer yargılarının çoğunu, içinde gelişme gösterdiği Roma toplumundan hareketle kazanmıştı.. Ro-ma'da öylesine yaygın ve etkili bir ahlaki Çöküntü vardı ki, sonunda din adamları bü­tün bunların kadından ve evlilikten kaynak­landığı görüşüne kapıldılar ve gerçek kurtu­luşun ancak evlenmeyip ebedi olarak ka­dından uzak duran insanlar için mümkün olabileceğini savunmaya başladılar. Fakat insan gerçeğini, fıtri eğilimlerini hesaba katmayan bu düşünce, uzun zaman geçme­den ilk olumsuz etkilerini bizzat rahipler arasında gösterdi ve sözgelimi papazlar Hördingcn genelevine açıkça gitmeye baş­ladı. 1472 yılında Belediye Meclisi aldığı bir kararla papazların ancak bütün gece ge­nelevinde kalmamalarını sağlayabildi. Ba­ron Zimcn, Choring adlı eserinde rahibe manasüriarınm içine düştükleri ahlaki çö­küntünün, nasıl genelevlerinden daha beter skandallara sahne olduklarını anlatır.

Hıristiyanlığın uğradığı ikinci köklü de­ğişim Roma devlcü tarafından resmi din ka­bul edilmesiyle başlar. Roma devletinin yıkılıp derebeylik sisteminin teşekkül etmesi Katolik kilisesini birden bire Ön plana ge­çirdi ve kilise, dolayısıyla ruhban sınıfı bü­tün hayatı sıkı bir biçimde kontrol etmeye başladı. Dinî hayattan kültüre, sanattan ekonomiye, siyasetten uluslararası ilişkile­re varıncaya kadar kilise tek belirleyici amil, en güçlü karar merkezi haline geldi. Feodalite dönemi boyunca din adamları sı­nıfının feodal beylerle, senyörlerie ittifak içinde yaşadıklarını ve her birinin bir feodal bey gibi hareket ettiklerini görüyoruz. Bi­limsel hayatı, ticareti ve sosyal ilişkileri de­rinden etkileyen ruhban sınıfının bu haki­miyeti 1789 yılında gerçekleşen Fransız Burjuva devrimine kadar sürdü. Bu larihten sonra kilise fiilen etkisini kaybetti. Bu tari­he gelinceye kadar özellikle Katolik kilise­sinin sıradan insana, krallara, bilim adamla­rına ve sanatçılara çektirdikleri bütün Orta-Çağ Avrupa tarihini doldurur.

Ruhbanlık ve din adamlığı sınıfı bağla­mında İslam'daki duruma da kısaca göz at­makta yarar var. Önce şu gözlemde bulunu­yoruz. Din adamlığı ve çileci hayat tarzı yalnızca Hıristiyanlığa özgü değil, belki en aşın ve kurumlaşmış biçimi bu dinde gözle­niyor; ancak kimi İşraki mistikler ve Hindu öğretilerde de buna benzer olgular var. Di­nine sımsıkı bağlı insanlar arasında her za­man varolagelen bu eğilime göre, bedenin arzularına, nefsin istek ve tutkularına karşı köklü bir şekilde karşı çıkılmadıkça birey­sel kurtuluş sağlanamaz, gerçek olgunluğa ulaşılamaz. Sözgelimi Tibet'te Budist ra­hipler her türlü dokunulmazlıklara ve ayrı­calıklara sahip kutsal bir sınıf olarak geçim­lerini toplumun diğer bireylerine yükleme­yi dini bir telakki haline getirmişlerdi ve bir ara toplumun % 6O'ı din adamları olan Lamalar'dan oluşmuştu. Bu ve benzerleri ra­hipler, din adamları, nefse eziyet etmeyi ru­hi gelişmenin Ön şartı saymış, benliği inkarı erdem olarak tanımlamışlardı.

Hatta benzer eğilimler daha Hz. Peygam­ber zamanında ashab arasında da görülme­ye başlamıştı. Hz. Peygamber (s.) sahabele­rinden bazılarının gündüzleri oruç tutup ge­celeri hiç uyumadan sürekli ibadet etmek, et ve yağ yemeyip kadınlara yaklaşmamak yolunda yemin ettiklerini öğrendiğinde, on-lan bu tür uygulamalardan menetmiş ve irad ettiği bir hutbede şunları söylemişti: "Bana böyle şeyler emredilmiş değil, nefsi­nizin de sizin üzerinizde hakkı var. Bu yüz­den oruç da tutun, yiyin de; geceleri ibadet ettiğiniz gibi uyuyun. Ben bazı günler oruç tutarım, bazı günler tutmam. Et yerim, yağ da yerim. Benim sünnetimi beğenmeyen benden değildir."

Hz. Peygamber bir başka hadisinde şöyle buyurmuştun "-Bazı insanlara ne oluyor ki, kadınları, güzel yiyecekleri, uykuyu ve dünyanın daha başka temiz nimetlerini ken­dilerine haram ediyorlar? Ben size rahip ol­mayı öğretmedim. Benim öğrettiğim yaşa­ma tarzı ne kadınlardan uzaklaşmaya, ne et yememeye izin verir, ne de dünyadan el etek çekmeye, islam, nefsinizi disiplin altı­na almak için orucu ve zühtden elde edile­cek yararlar için de cihadı öngörmüştür. Siz Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi ortak koş­mayın. Haccınızı ve umrenizi yapın, zekatı verin ve Ramazan ayında oruç tutun. Siz­den önce helak olan insanlar kendilerine göre bir zühd yolu tuttukları için helak ol­dular, böyle yapakları için de Allah aynı şe­yi kendilerine emretti. Şu anda namastırlar-da gördükleriniz aynı türdendirler."

Hadis kaynaklarında benzer rivayetlere sık sık ratlamak mümkün. Nitekim bundan hareketle genel bir kural olarak "İslam'da ruhbanlık yoktur" diye buyurulmuştur. Bir başka hadisle şöyle denmiştir "Cihada san­lın, çünkü bu, İslamiyet'teki ruhbanlıktır." (Ahmed bin Hanbel, 3, 82.) Veya "Bize ruhbanlık faiz kılınmadı." (Daremi, Nikah, 3.)

Islamiyette ruhbanlığın ve din adamları sınıfının olmayışı Kur'an ve Sünnet bağla­mında insanı özgürleştiren Önemli bîr olay­dır. Çünkü herkes temel ilkeleri gözeterek Kur'an'ın ve Sünnet'in manevi, fıkhi yoru­munu yapabilir, siyasal katılımda bulunur. Din adamları bir kurum içinde teşekkül et­miş dinlerde ve toplumlarda kaçınılmaz olarak katı bir teokratik yönetim vardır ve din adamları Allah İle kul arasına girerek toplumu yönetme hakkının, dini yorumla­ma yetkisinin sadece kendilerine ait oldu­ğunu öne sürerler. İslam dini, daha bir çok kurum gibi ruhbanlığı ve genel olarak din adamları sınıfını da ortadan kaldırmıştır.

Ali BULAÇ

Hiç yorum yok: