16 Ekim 2008 Perşembe

NEFS

Anlam bakımından oldukça geniş kap­samlı bir kelime olan nefs, her türlü zahiri ve batını, dünyaya ve ahiret'e bakan duyula­rı, manevî ve aklî melekeleri ve maddî ihti­yaç, arzu ve hevesleri, ruhu, canı, hayatı ve zevkleriyle kişinin kendisi demektir.

Nefs' kelimesi Kur'an'da geçtiği yerlere göre, can (Enam, 93), kişinin batını-iç dün­yası (Bakara, 235) ve bizzat kendisi anlam­larında kullanılır. Aynı kökten türeyen 'mü-nafese' kelimesi, başkasına zarar vermeden faziletlerle donanmak için yapılan iç müca­dele ve bu maksatla girişilen yanş (Mutaf-fifin, 26), 'nefes' ise kişinin soluduğu hava ve bir başka manasıyla ferah, canlılık ve se­vinç getiren ve kişiyi gamdan kurtaran esin­ti demektir.

Aynı kökten türeyen 'nifas', kadının ço­cuk doğurması için kullanılır. Çocuk doğu­ran kadına 'nüfesa', çoğul şekliyle 'nüffas',doğan çocuğa da 'menfûs' denilir. Irmağın 'teneffüs' etmesi, genişlemesi, sabahın 'te­neffüs' etmesi ise gece karanlığının sıyrılıp, sabah vaktinin girmeye başlaması demek­tir. 'Ne-fi-se', fiil olarak çocuk doğurmak ve 'bi' edatıyla kullanıldığında 'tutulup kal­mak, kapılmak' anlamına gelir; Türkçcde de kullanılan Tcendisine tutunulan, meftun olunan, çok hoş' anlamındaki 'nefis' sözcü­ğü ise, aynı fiilin türevlerindendir.

Belli konuda yazılmış bütün bir anlam ifade eden bir yazı düşünecek olursak, bu yazının asıl varlığı taşıdığı anlam ve içerik­tir. Bu anlam ve içerik, yazıya dökülmediği, yani cümleler ve kelimeler halinde ifade edilmediği zaman da insan zihninde soyut bir anlam olarak yine vardır; fakat dışta gö­rünmesi, başkaları tarafından da tanınması için beş duyuya hitab eden bir cisme sahip olması gerekir. Bu anlam kendini, harflere ve harflerden oluşan kelimelere bürünerek gösterir. Mesela, kalem zihnimizde varlığı olan dıştaki bir nesnenin adıdır; güzel ve çirkin zihnimizde birer kavramdır ve onu nesnelere uygularız. Bu şekilde, dışta olan ve zihnimizde kendilerine ad ve nitelik verdiğimiz kavramlar olduğu gibi, dışta hiçbir varlığı olmayan ve muhayyilemizde şekillendirdiğimiz şeyler de vardır. Hayal, kurgu, mevcud veya mevcud olmayan bir konu hakkındaki düşüncelerimiz önce zih­nimizde birer 'anlam' olarak vardırlar, işte bunlar, dışta nesneler veya kelimeler halin­de görünen 'var'Iann asıl vücudlandır; dışa şekil veya sözcükler halinde vurulmasalar da, yine vardırlar. Sonra, bunlara bir suret, bir 'form' giydirir, yani tasavvur ederiz; bu tasavvurumuz sonunda cisim dış dünyada kendini gösterir.

Kâinat'taki her varlığı bu örneğe uygulayabilİriz. Önce, kâinatın lamamı, çok çeşitli varlıklardan oluşan bütün bir varlığa sahip­tir ve kâinat sanki büyük bir hayvan, yani büyük bir canlı gibidir. Onun da külli (tü­mel) bir ruhu vardır ve bu ruh form ve cisim giyerek tezahür etmekte, yani dışta kendini çeşitli şekillerle göstermektedir. Kâinat'i oluşturan her bir varlık da aynı şekilde bir ruh, bir biçim (form-suret) ve aynı zamanda kendine has bir şekle sahiptir. İşte nefs, tek tek her bireyin kendine has ruhu, sıfatlan, formu ve.cismiyle kendisidir.

İnsan zihninin ürünü olan ve asıl varlığını taşığıdı 'anlam'ın oluşturduğu her bir keli­me form ve cisim giyerek, yani harflerle dışta göründüğünde belki bağımsız bir kim­liğe sahiptir ama, öncelikle varlığını insana borçludur, ikinci olarak, anlamı çekildiğin­de yok olup gitmeye mahkumdur; üçüncü olarak gerçek fonksiyonunu ifade edebil­mesi için yazının bütünlüğü içinde yer al­mak ve yerini terketmemek zorundadır. Fa­kat, kendini 'harfe büründüren' manasını görmez veya kendinden bilir, yani anlamın kendine ait şekil verdiği harflerin mevcudi­yetini anlama bağlayacağına, mananın mevcudiyetini harflere bağlar ve harfleri, yani cismiyle 'ben' sevdasına kapılırsa, o zaman ortada tek bir varlık olarak kala­kalır.

Nasıl bir kelime dışla görünmek ve tanın­mak için, dış dünyada varlığını sürdürebil­mek için bir biçim ve cisme muhtaçsa, aynı şekilde insan da dünya hayatını sürdürebil­mesi için bir biçim ve cisme muhtaçtır. Asıl varlığını anlamının, yani ruhun oluşturduğu bu şekil ve cismin bir takam ihtiyaçları, duy­gulan ve bun lan tatmin için de bir takım zevkleri vardır. Sözgelimi, insan yaşayabil­mek için yemek, İçmek ve barınmak zorun-

dadır; varlığında bu zorunlu!uklan karşıla­mak için acıkma, susama, üşüme, yanma, sevme ve korkma gibi duyu ve duygular ve bunlara cevap vermek için de birtakım or­ganlar ve dış çevrede besinler bulunmakta­dır. Aynca, bu besinleri sağlaması ve dünya hayaünı yaşayabilmesi için insana gerekli yetenekler ve sanatlar verilmiştir.

Yaratılış ağacının mevyesi olan ve kendi­sine 'zübde-i alem' (kâinat'ın özü) denilen insanda bitkisel ve hayvansal hayat ve Özel­likler vardır. Kişinin bedenî faaliyetleri, özellikle solunum faaliyeti, onun bitkisel yanını oluştururken, ruhun-kalbin emrin­deki aklın yönlendiriciliğinde gerçek insanî görev ve fonksiyonuna göre çalıştırıldığı zaman, insan için birer hizmetkar olan sıfat­lar, tamamen dünya hayatına dönük başıboş bırakıldığında, sahibini yiyen, içen, çiftle-şen, cahil, cimri, muhteris, kibirli, kıskanç, haset, kindar bir yaratık haline getirir. De­vamlı şehvet ve gazap kuvvetinin etkisiyle hareket eden böyle bir insana veya insanı bu yöne çeken kuvvetlere 'nefs-i emmare-kö-tülüğü emredip duran nefis' denir ki, insa­nın insanlığı bu nefisle, daha doğru bir de­yişle, kişiliğinin bu yönüyle mücadele et­mesinde yatar.

Dinin emrettiği ve yalnızca Allah için ya­pılan ibadetler, bilhassa gerekli ihlas ve ilimle donandığmda sahip oldukları 'hik-met'le nefs-i emmareyi eğitmede en önemli rolü oynar. Namaz, oruç, sabır, şükür, teva­zu, tefekkür, zikir, Kur'an okuma, Rasulul-lah'a salat ve selam getirme hep bu eğitimin vasıtalandır; bunlar, özellikle kamil (ol­gun) bir yol göstericinin önderliğinde ve belli bir disiplin altında yapılırlarsa çok da­ha etkili olurlar ve gerçek fonksiyonlarını icra edebilirler. Bu terbiye yolunda kişi bir zaman gelir, yaptığı kötülüklerden pişman­lık duymaya, güzel ve salih amellerini art­tırmaya ve hakkı hak olarak kabul etmeye başlar; zaman zaman kötülüklerde bulunsa ve günahlara dalsa da, yaptıklarından dola­yı kendisini lanar. Adına T-evvame' denilen bu nefis veya bu dereceye gelmiş olan in­sanda heves, zaman zaman şaşkınlık ve yol­da yalpalama, bir yandan dua, öte yandan riya (gösteriş) ve baş olma ve bazı şehvetle­re yenilme gibi huylar yine de mevcuttur.

însan hayatı bir takım iç ve dış kötülükle­re karşı mücadeleyle geçer. Bu mücadelede kaydettiği her başarı, kâmil insan olma yo­lunda atılmış bir adımdan ibarettir, tnsan, nefsini bir takım zorluklarla deneyerek, ar­zu ve şehvetlerine belli ölçülerde gem vura­rak ve sürekli zikir ve tefekkürde bulunup ibadetlerini arttırarak, sahip olduğu hay­vanı sıfatlarıyla devamlı mücahede ederek, yersiz öfkesini, haset ve kin gibi sevimsiz duygularını kontrol altına alarak insanlık yolunda sürekli tekamül eder. Kâinat'ta ol­duğu gibi, kendi hayatında da Allah'ın biz­zat faaliyet ve yönlendirmesine şahid olur, kötülükleri derece derece bırakıp, ilahi esintilerin alıcısı olan kalbinin yol gösteri­ciliğine girer ki, insanın bu haline 'nefs-i muinime' adı verilir; yani bu ilahi rahmet ve yol göstericilik esintilerini almaya başla­yan, daha teknik bir deyişle 'ilham'a mazhar olan nefstir.

Ruhî-kalbî ilhamlarla dolan ve gerçek mutluluk ve doygunluğu Allah'ı anmada bulan, O'nu her an hazır ve nazır olarak hissedip hareketlerini kontrol ettiğinin şuu­runda olan ve cömertlik, sabır, tevekkül, hı-lim, doğruluk, tevazu, güleryüzlülük, şü­kür, kalb huzuru, tatlı dil ve bağışlayıcılık kazanmış kişi 'nefs-i mutmainne-tatmin ol-

muş nefis' sahibi kişidir. İnsanın manevi tekamülü her türlü kötü ahlâktan temizleninceye, bütün kötü sıfat­lardan kurtuluncaya, şehvet, gazap ve akıl kuvvetlerini iffet, hilim ve hikmet noktala­rına çekip, bu noktalarda sabit hale getirin­ceye, kısaca 'kâmil' insan oluncaya kadar devam eder. Tekâmül merdivenindeki her basamağın kendine ait tehlikeleri ve düşüşe sebep olabilecek engelleri vardır; riya, gu­rur, kibir ve benlik gibi. Mesela, Kur'an'da iman eden ve imanlarına zulüm karıştırma­yanların emniyette ve hidayet üzere olduk­larından söz edilir (Enam, 82). Zulüm, en hafifinden en ağırına, en önemsiz görüne­ninden en önemlisine kadar bir şeyi yerinde yapmamak demektir. Her türüyle zulüm, imanda kötü bir iz bırakan ve imanın etkisi­ni sarsan şeydir. Nefsin imanla doygun hale gelmesi ve imanın her türlü kötü tesirden, günah ve isyandan ve aynı zamanda azap­tan sahibini güven altına alması, kendisine zulüm kanşmamasındadjr. Nefsin tekâmül mertebelerine göre, zulmün de dereceleri vardır. Sözgelimi, ilk mertebede bir iman İçin anne-babaya isyan, yetim malı yemek, haksız yere cana kıymak, zina, kumar ve iç­ki içmek gibi haramlar imana zulüm karış­tırmak olur. Bir diğer mertebede mekruhlar imana karışan zulüm olduğu gibi, daha üs-lün bir mertebede müslehabların terki ve hatta bütün mubahları şüphelilerden kaçın­madan işlemek de imandaki emniyeti bozan birer zulüm olur. Bu bakımdan, nefsin tekâ­mül mertebeleri farklı farklı olup, mutma­inne nefsten sonra, nefs-i zekiyye, nefs-i ra-zıye ve nefs-i marzıyye adlarıyla anılan mertebeler vardır. Son mertebesiyle 'natıka' adını alan nefs, tamamen Allah'ın koruması altında olup, bir bakıma Kâinal'la bütünleşen, yürüyen-konuşan Kur'an halini almış ve adeia "Allah kendisinin gören gözü, tu­tan eli, yürüyen ayağı... olmuş" bulunan in-san-i kâmildir.

Modern Batı psikanaliz ve psikolojisi özellikle Frcudizm'in etkisiyle insanı te­mcide kötü bir yaratık, genel toplumsal ah­lakî değerlerin etkisiyle bastırılmış hay vanî güdülerin tutsağı ve bu güdülerle toplum ahlâkının çatışma alanı olarak değerlendir­mekte ve onun problemlerini sadece tatmin edilmemiş hayvanı arzularda görmektedir. Oysa insan, dünya hayatını yaşaması için kendisine verilmiş ihtiyaçlar, arzular, bir ta­kım dünyevî emeller ve haset, kin, düşman­lık, öfke gibi temelde ulvî ve mükerrem olan fıtratının yönlendiriciliğinde kanalize edilmesi gereken duygulardan müteşekkil 'nefs1 ve bedenden oluşmuş bir varlık değil­dir. Fıtratının, bir başka deyişle 'din'in yol göstericiliğinde istihdam edilen 'nefs', so­nunda yukarda açıklandığı gibi varlıklar hi­yerarşisinin en üstüne yükselebilecek yete­nekte; ama buna karşılık, kendisini fani bir beden ve dünyevî ihtiyaç ve emellerden müteşekkil gördüğünde ise 'hep kötülüğü emreden bir nefs', yani işi tahrip ve fesad olan en zararlı bir yaratık da olabilmekte­dir.

Ali ÜNAL

Hiç yorum yok: