18 Ekim 2008 Cumartesi

17 Ekim 2008 Cuma

Kur'an'ın Işığında Zulmün Tahlili

Bismillahirrahmanirrahim

"Eğer Allah insanları zulümlerinden dolayı ele alsaydı (yer) üzerinde bir tek canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar ertelemektedir. Ecelleri geldiğinde artık ne bir saat geri bırakılırlar ne de öne alınırlar." (Nahl, 16/61)

"Yüzler her zaman diri olan ve her zaman koruyup gözeten (Allah)'a boyun eğmiştir. Zulüm yüklenen ise kaybetmiştir." (Taha, 20/111)

"Zulmedenler, azabı gördüklerinde bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!" (Bakara, 2/165)

"Onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri de yoldan çıkmalarına karşılık çok çetin bir azap ile yakaladık." (Araf, 7/165)

"İnsanları kendilerine azabın geleceği günle korkut. Öyle ki zulmedenler: "Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele ki, çağrına icabet edelim ve peygamberlere uyalım" derler. "Daha önce sizin için bir zeval (yokluk) olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?" (İbrahim, 14/44)

"(Zulkarneyn) dedi ki: Kim zulmederse ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür O da onu görülmemiş azapla azaplandırır." (Kehf, 18/87)

"Yol ancak insanlara zulmedenlerin ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhlerinedir. Onlar için acıklı bir azap vardır." (Şura, 42/42)

"Sizden kim zulmederse ona büyük bir azap tattırırız." (Furkan, 25/19)

"Muhakkak ki, o zulmedenlerin (geçmişteki) arkadaşlarının payları gibi (azaptan) payları vardır. Şu halde acele etmesinler." (Zariyat, 51/59)

"Hayır, zulmedenler bilgisizce arzularına uydular." (Rum, 30/29)

"Zulmedenler azabı gördüklerinde, artık onlardan ne azap hafifletilir ne de kendilerine bir süre tanınır." (Nahl, 16/85)

"Yahudilerin zulümlerinden ve çok kimseyi Allah'ın yolundan alıkoymalarından dolayı kendilerine daha önce helal kılınmış temiz nimetleri onlara yasakladık." (Nisa, 4/160)

"İnkar eden ve zulmedenler var ya, Allah onları ne bağışlar ne de bir yola iletir." (Nisa, 4/168)

"Onlar zulmederlerken azap kendilerini yakaladı." (Nahl, 16/113)

"Zulmedenler hangi dönüş yerine döneceklerini yakında bilecekler." (Şuara, 26/227)

"Zulmeden her bir can, yeryüzünde olanların tümüne sahip olsaydı bunu fidye olarak verirdi. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını açığa vururlar. Aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbir haksızlığa uğratılmazlar." (Yunus, 10/54)

"Yeryüzünde olanların tümü ve bir o kadarı daha zulmedenlerin olsaydı, kıyamet günü, o kötü azaptan (kurtulmak için) feda ederlerdi. (Çünkü) Allah'tan, hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmıştır." (Zümer, 39/47)

"Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa artık onların aleyhlerine bir yol yoktur." (Şura, 42/41)

"Allah alemler için zulüm istemez." (Ali İmran, 3/108)

"Allah kullar için zulüm istemez." (Mü'min, 40/31)

"Rabbin kullara zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46)

"Aranızdan yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allah, cezası çok çetin olandır." (Enfal, 8/25)

"İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar; işte güven onlaradır ve doğru yolda olanlar da onlardır." (Enam, 6/82)

Zulüm insanlık tarihinin başlamasıyla birlikte başlayan bir sorundur. Kur'an-ı Kerim'de yer alan bilgilerden anladığımıza göre ilk zulüm uygulaması da kıskançlıkla başlamıştır. Hz. Adem'in iki oğlundan birinin kurbanının kabul edilip diğerininkinin kabul edilmemesi üzerine kurbanı kabul edilmeyen diğerini kıskanmış ve onu öldürmüştür. O günden buyana insanlar arasında zulüm ve haksızlıklar da devam edip durmaktadır.

Zulmedenlerden bazıları ahiret inancına sahip oldukları halde nefislerine yenilerek başkalarına haksızlık ve zulüm edebilmektedirler. Çoğunluğu ise sadece dünyadaki cezayı düşünmekte, dünyadaki cezadan kurtulabildikleri takdirde ölümden sonra herhangi bir cezayla karşılaşmayacaklarını sanmakta bu yüzden zulüm yönünden kendilerini rahat hissetmektedirler. Bundan dolayıdır ki dünya sultasında davulu da tokmağı da ellerinde tutanlar zulümde kendilerini daha rahat hissedebilmektedirler. Oysa böyle düşünenler yanılmaktadırlar. Çünkü bu kadar mükemmel bir düzen içinde yaratılan kainatın mutlaka bir sahibi vardır. O sahip insanların yaptıklarından habersiz değildir ve hiçbir şeyi karşılıksız bırakmayacaktır. Eski Yugoslavya diktatörü Tito'nun son günlerinde söylediği bazı sözler bu açıdan oldukça manidardır. Tito öleceğini anladığı günlerde şu sözleri sarf ediyor: "Yoldaş! Ben ölüyorum artık...Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün, ölmek, yok olmak... Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş...İşte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç bir şey anlıyor musunuz? Yoldaşlarım! Sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum. Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza ve mükâfat yoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana! Yoldaşlarımın kalplerine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım yahut alkışlanacakmışım, neye yarar? Ben mahvolduktan sonra beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor. İtiraf etmek zorundayım: Ben Allah'a, Peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün şu kâinatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır... Mazlumca gidenlerle zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Haklarını almadan cezalarını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insana yaptığımız eza ve zulümler şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette... Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı...Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi. Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler ne derseniz deyin." Bunları ömrünün elli yılını komünist olarak geçiren ve sonra İslam'ı seçen Salih Gökkaya aktarıyor. Bu sözleri kendisinin Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı'nın başkanı sıfatıyla Tito'yu ziyaret ettiği sırada duyduğunu söylüyor.

Aslında Tito'nun bu sözleriyle ortaya koyduğu duyguları ölüm anlarında bütün zalimlerin hissettiklerini sanıyoruz. Firavun da ölüm anında: "İsrailoğullarının kendisine iman ettiğinden başka ilah olmadığına iman ettim ve ben de Müslümanlardanım" dememiş miydi? (Bkz. Yunus, 10/90)

Arapça'da zulüm ile karanlık anlamındaki zalam kelimesi aynı kökten gelir. Yani zulüm karanlığı temsil eder. Zulüm dönemleri de genellikle karanlık dönemlerdir.

Zulüm ve haksızlığın çok fena bir şey olması sebebiyle Kur'an-ı Kerim'de zulüm hakkında pek çok ayeti kerime bulunmaktadır. Yukarıda verdiklerimiz bunların sadece az bir kısmını oluşturmaktadır.

Zulmedenler çoğu zaman zulümlerine kılıf da uydurmaktadırlar. Ne yazık ki son dönemde teknolojinin geliştirilmesine paralel olarak zulme uydurulan kılıfların çeşitleri de artırılmıştır. Bu yüzden insanlar yanıltılmakta, onların yapılan zulümlere yerinde uygulamalar olarak bakmaları sağlanmaktadır. Bu ise haksızlığın ikiye katlanmasına sebep olmaktadır. Çünkü mazlum hem fiilen haksızlığa uğramakta, hem de maruz kaldığı uygulamalar haklı kendisi ise haksız konumuna sokulmaktadır. Bu manipülasyonda sorumsuz medyadan da sonuna kadar istifade edilmektedir.

Zulmü benimsemek ona ortak olmaktır. Bundan dolayı yukarıda sözünü ettiğimiz manipülasyona karşı çok dikkatli olmak gerekir. Aksi takdirde insan yanılarak normalde reddedilmesi gereken birtakım uygulamaları benimseyerek zulme ortak olabilir.

Ayrıca zulüm karşısında hakkını arayanları kınamak da yanlıştır. Çünkü Yüce Allah yukarıda da verdiğimiz ayeti kerimesinde: "Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa artık onların aleyhlerine bir yol yoktur" diye buyuruyor. Hatta bunun da ötesinde haklarını arayanların yanında yer almak, zulüm karşısında sessiz kalmamak gerekir. Çünkü hepimizin de bildiği üzere Resulullah (s.a.s.) haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu bildirmiştir.

Kafirlerle Dostluk

30 Ekim 2002 Çarşamba

Kuran-ı Kerim'de birkaç defa Müslüman olmayanlarla dost olmayın denilerek sanki başkalarıyla her zaman düşman olmak gerektiği bildiriliyor gibi durum var. Ne dersiniz? Diyalog gerekmiyor mu? Şu an başka dindeki adamlarla İslam'ın hoşgörüsü dediğimiz nedir acaba?

Besh Asa

Öncelikle dost olmamak mutlaka düşman olmayı gerektirmez. Yani burada "dost olmayın" emrinden mefhum-i muhalif yani "düşman olun" manası çıkmaz. Ayrıca diyalog ve hoşgörü yani müsamaha dost edinme manasından farklıdır. Bir insanı dost edinmezsin, ama onun kendi inancını yaşamasına, hatta inancını başkalarına anlatmasına fırsat verebilir, bundan dolayı onunla herhangi bir sürtüşmeye girmezsin. İşte bu hoşgörüdür. Bu hoşgörü İslam'da vardır. Ama bu hoşgörüyü Müslüman olmayanlarla çok sıkı bağlar kurma, onların önünde zillete götürecek derecede eğilme, onları hoşnut etmek için Müslümanları gücendirme, İslam'ın önceliklerini arka plana itme, İslam'ın hükümlerinden ve değerlerinden taviz verme olarak algılamak hatalıdır.

Diyaloga gelince: Her şeyden önce İslam bir diyalog dinidir. Çünkü insanların güzel söz ve hikmetle Allah'ın yoluna çağrılmasını istemektedir. Öyle bir şeyin gerçekleşmesi için diyaloga ihtiyaç var. Ama bazıları diyalog derken, İslam karşıtlarının saldırılarını görmezden gelme, gayri müslimlerin yanlışlarını gözlerden uzak tutma, onlara İslam'ın çağrısını ulaştırmak yerine onların beğenmediği bazı şeylerin İslam'da olmadığını ispata kalkışma anlamını çıkarmaya çalışıyorlar. Böyle bir diyalog Müslümanca bir diyalog olamaz.

Dostluk konusuna gelince: Dostluk, arkadaşlıktan, komşuluktan, ortaklıktan, yakınlıktan ve benzeri birlikteliklerden farklıdır. Bir Müslüman, Müslüman olmayan biriyle arkadaş olabilir, komşu olabilir, iş ortağı olabilir, yoldaş olabilir. Ama insanın yakın dost edindiği kişiyi sırdaş edinmesi, onu inancıyla birlikte kabullenmesi ve ona güvenmesi gerekir. İşte bu kabullenme ve güven ortamının bir Müslümanla, Müslüman olmayan bir kişi arasında oluşması zordur. Kur'an'ın yasakladığı da budur. Kur'an'ın yasakladığı dostluk Müslüman topluma, Müslüman fertlere ve İslami bir yönetime zarar verecek dostluktur. Çünkü bir Müslüman, bir gayri müslime güvenerek onu dost edinir, ona sır verirse, onun bu sırrı Müslümanların ve İslami yönetimin aleyhine kullanması kuvvetle muhtemeldir. Hiç kimse: "Benim dostum bunu yapmaz" diyemez. Böyle diyenlerin yanıldıklarını ve bu yanılgının zararlı sonuçlar getirdiğini tarih ispat etmiştir. Ayrıca Müslüman olmayanlarla çok içten dostluklar bazen, inançların, kararlılıkların törpülenmesine yol açmaktadır. Bu yüzden araya bir mesafe koymak, kesinlikle inançları törpüleyecek noktaya varmamak gerekir. Ama bu her zaman düşman olmayı gerektirmez. Yerine göre düşman olabilirsin. Fakat Müslüman olmayanlarla barış, diyalog ve hoşgörü içinde yaşanabilecek ortamlar da oluşabilir. Örneğin Filistin'de bir Müslümanın işgalci ve gasıp siyonistleri düşman bilmesi gerekir. Ama aynı Filistinlinin Filistin dışında yaşayan ve işgalci siyonistlere destek vermeyen bir yahudiyle diyalog içine girmesi, yakınlık kurması mümkündür.

16 Ekim 2008 Perşembe

"Din nasihattir"

Image Hosted by Resim Ekle- Kimin için nasihattir? dedik. Peygamber Efendimiz:

- "Allah, Kitabı, Resulü, mü'minlerin yöneticileri ve tüm müslümanlar için nasihattir" buyurdu.[1]

Açıklamalar

Nasihat, Arap dilinin en kapsamlı kelimelerinden biridir. Bazı dil bi­limciler, Arapçada nasihat ile felah kelimeleri kadar dünya ve ahiret hayırlarını bünyesinde toplayan kelime olmadığını söylerler.

Nasihat sözlükte öğüt vermek, iyi ve hayırlı işlere davet, kötü ve şer olan şeylerden nehyetmek, bir işi sadece Allah rızası için yapmak, yırtık olan elbiseyi dikmek, balı mumundan süzüp arındırmak gibi çok çeşitli ve muhtevalı manalar ifade eder.

Hadisin anlamı "Dinin direği ve dini ayakta tutan nasihattir" demektir. Buna göre nasihat, neredeyse din ile aynı manada kullanılmış gibi bir intiba vermektedir. Bu, konunun önemini anlatması açısından böyledir. Nitekim, "Hac Arafattır"[2] hadisi de, haccın temelinin ve hac sayılmasının şartının Arafat'ta bulunmak olduğunu, Arafat'ta bulunmayanın haccının olmayacağını anlatır.

Nasihat hadisi, cevamiü'l-kelîm denilen, az sözle pek çok manalar ifade eden hadislerden biridir. Bu sebeble İslam alimleri, nasihat hadisini, İslam’ın esasını oluşturan hadislerden biri ve en önemlisi kabul ederler.

Bu kısa açıklamalar, nasihatin, dilimizde çokça kullanılan, büyüğün küçüğe verdiği sözlü öğütlerden ibaret olmadığını ortaya koymuş oluyor.

Şimdi nasihatla kastedilen geniş ve kapsamlı manalara ve anlatımlara, hadiste zikredilen esaslar dahilinde açıklamalar getirebiliriz.

a. Dinin Allah için nasihat oluşu:

Bir mü'min için öncelikler vardır. Bunların başında Allah'a iman, ilk sırada yer alır. Tabiî ki Allah'a iman, sadece "inandım" demekle yerine gelmiş olmaz. Nitekim ayet-i kerîmede: "İnsanlar "inandık" demekle, imtihandan geçirilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?"[3] buyurulur. İşte dinin Allah için nasihat oluşunun ilk basamağı Allah'a imandır. O'na şirk koşmamak, O'na kulluk ve ibadette ihlaslı davranmak, daima Allah'a itaat üzere olmak, O'na isyandan şiddetle kaçınmak, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek, Allah'a itaat edene dost, isyan edene düşman olmak, Allah'ı inkar edenlerle cihad etmek, nimetlerine şükretmek, insanları bu sayılan vasıflara davet ve teşvik etmek, bütün insanlara nezaket göstermek; işte bunlar Allah'a imanın gereği ve dinin Allah için nasihat oluşunun îcabıdır. Müslümanın bütün söz ve davranışlarında bun­ların gereğini yerine getirmesi, hem dünyada hem de ahirette kendisine fayda verir.

b. Dinin Allah'ın Kitabı için nasihat oluşu:

Allah'ın Kitabından maksat Kur'an-ı Kerîm'dir. Bir müslüman, bütün semavî kitapların Allah katından indirildiğine, Kur'an'ın o kitapların sonuncusu ve onlara şahit olduğuna inanır. Bu konudaki inanç temelleri şunları da içine alır:

Kur'an'ın Allah kelamı olduğu, Allah tarafından gönderildiği ve yine O'nun tarafından korunacağı, kul sözlerinden hiçbirinin ona benzemediği, kullardan hiçbirinin onun bir benzerini getiremeyeceği gerçeklerini kabul edip inanmak. İşte bütün bunlar, Kur'an'a yönelik inanç esaslarıdır.



Dinin Kur'an için nasihat oluşuna şu prensipleri de ilave etmemiz gerekir: Kur'an'ı okumak ve hıfzetmek. Çünkü Kur'an'ı okumakla ilim ve irfan kazanılır; nefs temizliği ve gönül saflığı elde edilir; insanın takvası artar. O halde Kur'an'ı okumak, sadece lafzını okuyup sevap kazanmak değil, Kur'an bilgisine sahip olmaya gayret etmek anlamındadır. Şunu da hemen ifade edelim ki, Kur'an okumakla insan büyük sevap kazanır ve Kur'an kendisini okuyana şefaatçi olur. Ancak bunların tahakkuk etmesi için bir takım şartların yerine getirilmesi gerekir.

Kur'an okurken ona saygı ve ta'zim göstermek, tecvidine ve adabına riayet ederek okumak, harflerinin hakkını vermek, huşu içinde okumak gerekir. Bu konu, Kur'an'ın kıraatı ile ilgili kitaplarda genişçe ele alınır.

Kur'an'ı okurken manalarını düşünmek, ayetlerin mahiyetini anlamaya çalışmak icab eder. Nitekim Allah Teala: "Bunlar Kur'an'ı düşünmezler mi? Yoksa kalbleri kilitli midir?"[4] buyurarak bizi uyarır.

Kur'an-ı Kerîm'i müslüman nesillere öğretmek, Kur'an'ın korunması konusunda onlara mes'uliyetlerini hissettirmek, ona dil uzatanlara karşı müdafaa görevini yerine getirmek, her müslümanın vazifesidir. Kur'an'ı öğrenmek ve öğretmek bizler için izzetin, şerefin ve saadetin önemli bir vesilesidir. Peygamber Efendimiz "Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretenlerinizdir"[5] buyurmuşlardır. Bütün müslümanların Kur'an'ı okumayı öğrenmeleri ve ayrıca onu anlamaya çalışmaları, üzerlerine düşen önemli görevlerden biridir. Bütün yeryüzü müslümanları, buna özel bir ilgi ve ihtimam göstermelidirler. Çünkü bu konu, müslümanların müştereklerinin başında gelir.

Kur'an'ı anlamak ve onunla amel etmek esastır. Anlama azmi olmadan ve sevap kazanma duygusundan mahrum olarak sadece okumak ve amel etmeksizin sadece anlamak bir hayır ve fazilet olarak kabul edilemez. Amel edilmeyen bilgi fayda vermediği gibi hoş da karşılanmaz. Allah Teala: "Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyi söylemeniz Allah katında büyük gazaba sebeb olur."[6] buyurur.

Kur'an ilimlerinin her birini öğrenmek, neşretmek, muhkemini, müteşabihini, nasih ve mensühunu, umum ve hususunu bilmek de ümmet üzerine farz olan hususlardır. Bu konularda alim yetiştirilmezse topyekün ümmet sorumlu olur.

Buraya kadar ana hatlarına işaret etmeye çalıştığımız hususlar, dinin, Kur'an için nasihat oluşunun çerçevesini meydana getirir.

c. Dinin Allah'ın Resulü için nasihat oluşu:

İslam, Allah katından insanlığa gönderilen son din, Kur'an son kitab olduğu gibi, Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem de en son peygamberdir. Bir mü'minin Peygamber Efendimiz'le ilgili inancı şu esasları da ihtiva etmelidir. Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğunu kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek. Allah Resülü'nün Kur'an ve sahih sünnetle getirip bildirdiklerine iman etmek. Onu sevip itaat etmeyi, Allah'ı sevip itaat etmek gibi kabul etmek. "Ey Muhammed de ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın"[7]; "Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur"[8] gibi Kur'an ayetleri bunun delîlidir. Allah'ın Resülü'nü dost edinenleri dost, düşmanlarını düşman bilmek. Ehl-i beytini ve ashabını sevmek, Peygamber'e inanmanın gerekleridir.

Hz. Peygamber'in sünnetini ihya edip hayata geçirmek, bid'attan ve bid'atçılardan kaçınmak, İslam'ın davetini yeryüzüne yaymak, sünnet ilimlerini öğrenmek, bunları başkalarına da öğretmek, ilmi öğrenir ve öğretirken edeblerine riayet etmek, alimlere saygı göstermek, terbiye ve nezaket kaidelerine uymak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem' in ahlakıyla ahlaklanıp edebiyle edeplenmek gibi görev ve sorumluluklar, her müslümanın hassasiyetle uyması gereken esaslardır.

Belli başlılarını sıralamaya çalıştığımız bu prensipler, dinin, Allah'ın Resulü için nasihat oluşunun ne anlam ifade ettiğini ortaya koyar.

d. Dinin mü'minlerin yöneticileri için nasihat oluşu:

Hadiste geçen "eimme" tabirini, yöneticiler diye tercüme ettik. Esasen bu kelime, "imam" kelimesinin çoğuludur. İmam ise, toplumun önünde bulunan ve onlara önderlik yapan, toplumun da kendisine uyduğu kişidir. Daha özel anlamıyla imam, İslam ümmetinin başında bulunan liderdir. Ümmet denilmesinin sebebi de, bir imama tabi olduklarındandır. Bu lidere imam, halife, emir, sultan ve bunlara benzer isimler verilmiştir. Hangi adla anılırsa anılsın, imam, ümmetin önünde, onlardan sorumlu olan ve onları yöneten kişidir. Toplum içinde devletin yöneticisi adına hüküm verme yetkisine sahip kılınan herkes, her seviyedeki yönetici bu tabirin kapsamına girer. Ayrıca toplumda doğruyu ve yanlışı bildirme vazifesiyle mükellef olan alimler, insanlara örnek olması gereken mürşidler ve muslihler de bu tabirin muhtevasına dahildirler.

Muhteva tesbitini yaptıktan sonra, konunun esasına yönelik açıklamalara geçebiliriz.

Müslümanları yönetenler, onların işlerinin başına geçenler, müslümanlardan olmalıdır. Çünkü müslümanların kendilerini yönetenlere itaat etmeleri bir fariza, bir vecîbe, bir zorunluluktur. Müslüman olmayanlara nasıl itaat edilebilir? Allah Teala şöyle emreder: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resüle itaat edin ve sizden olan buyruk sahibi yöneticilere itaat edin"[9]. Bizlerin yöneticilere nasihatımız, onlara karşı vazifemiz, kendilerinin iyi ve dürüst olmalarını, doğru yolu bulmalarını, adaletli davranmalarını istemektir. Onlara karşı saygımız ve sevgimiz, şahıslarını tanımamıza veya birtakım özel işlerimizi onlar vasıtasıyla gerçekleştirmemize bağlı olamaz. Böyle bir saygı ve sevgi dinimiz nazarında makbul de sayılmaz. Yöneticilerin adil idareleri altında bütün İslam ümmetinin birliğini ister, bunun için gayret ederiz. İslam ümmetinin parçalanmışlığı yüreğimizi yaralar; insanların zalim yöneticilerin zulmü altında inlemesi, içimizi parçalar. Bu sebeble "yeryüzünü, Allah'ın halis kulları, gerçek mü'minler idare etmelidir" deriz ve bunun tahakkuku için var gücümüzle çalışmamız gerektiğine inanırız.

Dinin idareciler için nasihat oluşu, şu prensipleri de içine alır:

- "Hak üzere oldukları sürece onlara yardımcı olmak, hakdan ayrılmamaları yönünde onları uyarmak, yaptıkları yanlışları hatırlatmak, bunları yaparken kendilerine karşı yumuşak ve nezaket kaideleri içinde davranmak, yöneticilerine nasihatkar olmayan, zalime "sen zalimsin" demeyen, nasihatçılarının ağzı kilitlenmiş, hak söze karşı da kulakları tıkanmış olan bir ümmette hayır olmayacağını bilmek.

- Emir olan kişinin arkasında namaz kılmak, ona toplamakla yükümlü olduğu zekatı vermek, onunla birlikte cihada gitmek, kendisine hayır dua etmek, yalancı övgülerle onu aldatmamak.

- İşaret ettiğimiz bu noktalar, dinin imamlar yani yöneticiler için nasihat oluşunun neler ihtiva ettiğini ortaya koyar. Bunların izahı ve uygulama safhası ile ilgili açıklamaların yeri burası değildir. İslamî ilimlerin her birinde, ilgili oldukları bölümlerde konuya gereken önem ve hassasiyet gösterilir. Ancak doğrudan doğruya devlet yönetimiyle ilgili eserler de telif edilmiştir. Belli başlı bilgileri bu çeşit eserlerde bir arada ve topluca bulabiliriz.

Alimler, mürşidler ve muslihleri de toplumun önderi ve yöneticileri olarak kabul edenler bulunduğunu söylemiştik. Buna göre, Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünnetinin anlaşılıp hayata geçirilmesinde alimlerin sorumlulukları çok büyüktür. Onlar Kitap ve Sünnet'in emir ve yasaklarını, kendi heva ve hevesleri, sapık düşünce ve anlayışları doğrultusunda çarpıtmaya çalışanlara karşı koyma ve onların yanlışlarını, hatalarını ilmî bir tarzda reddetme mes'uliyeti taşımaktadırlar. O halde öncelikle alimler, mürşid ve muslihler dini çok iyi bilip, kendileri salah bulmuş olmalıdırlar. Kendileri salah bulmayanların başkalarını ıslah etmeleri mümkün olmaz.

Din alimleri, toplumu yöneten idarecilere, Allah'ın Kitabı ve Resülü'nün sünneti yönünde nasihat etmeyi ve kendilerini hakka davet etmeyi büyük ve şerefli bir görev saymalı, bu hususta görevlerini yerine getirmezlerse, Allah katında en büyük sorumluluktan kaçmış olmanın cezasını çekeceklerini bilmelidirler. Çünkü "En büyük cihad, zalim idarecice karşı hakkı haykırmaktır"[10]. Bunu yerine getirmediği gibi, zalimlerin zulümlerine ortak olan, onları tutan, azgınlıklarına göz yuman, zalimlere övgüler yazanlar Allah katında nasıl makbul olabilir ve Cenab-ı Hakk'ın huzurunda nasıl hesap verebilirler?

Gerçek alimler, her asırda ümmete yol ve yön göstermiş, toplumu sapmaktan korumuş, yöneticileri de gerektiği şekilde ikaz etme görevini yerine getirmişlerdir. Bunu yapmayanların bulunuşu, bütün ulemayı, muslihleri ve mürşidleri suçlamayı gerektirmez, gerektirmemelidir. Çünkü alimlere her asırda şiddetle ihtiyaç duyulmuştur. Ümmete düşen görev, gerçek alimlere tabi olmaktır.

e. Dinin tüm müslümanlar için nasihat oluşu:

Bütün müslümanların alim olması, alim olanlarının da her şeyi bilmesi mümkün değildir. Her yaştan, her renkten, her ırktan, her cinsten ve her seviyede insanıyla ümmet bir bütündür. Burada herkesin birbirine karşı vazife ve mes'uliyetleri vardır. İşte bunları öğrenmek, öğretmek, din ve dünyalarına ait faydalı olan şeyleri insanlara göstermek, onlara yardımcı olmak, kusurlarını örtmek, onlara eziyet etmemek, iyilikleri emir, kötülükleri nehyetmek, başkalarını aldatmamak, haset etmemek, hürmet, şefkat ve merhameti aralarında yaymak, kendisi için arzu ettiklerini onlar için de istemek, kendi nefsi için arzu etmediklerini onlar için de istememek, canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumak ve müdafa etmek, dinin bütün müs­lümanlar için nasihat oluşunun gereğidir.

Bu açıklamalardan sonra, nasihatin din ve İslam anlamına kullanıldığını söyleyebiliriz. Başlangıçta ifade ettiğimiz ve bu açıklamalar­la görüldüğü üzere nasihat, yaygın olarak anlaşıldığı gibi sadece "öğüt vermek" anlamında kullanılmış değildir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Nasihat dinin emirlerinden olup farz-ı kifayedir. Gücü yeten herkes, gücünün yettiği nisbette nasihatten sorumludur.

2. Nasihat sadece "öğüt vermek" değil, dinin bütün emir ve yasaklarını ihtiva eden bir mana taşır.

3. Müslümanlar bir imamın önderliğinde Allah, Kur'an ve Resul inancına dayalı ümmet olma azmi, gayreti ve kararlılığı içinde bulunmak ve neticede yeryüzünde bunu gerçekleştirmekle mükelleftirler.

4. Nasihati kabul edilecek kişinin nasihat etmesi vacip olur.

5. Nasihat edene bir kötülük geleceğinden korkulursa, onun nasihati terketmesine ve şartlar teşekkül edinceye kadar beklemesine ruhsat vardır.




--------------------------------------------------------------------------------

[1] Müslim, İman 95. Ayrıca bk. Buhari, İman 42; Ebü Davüd, Edeb 59; Tirmizî, Birr 17; Nesaî, Bey'at 31, 41
[2] Tirmizî, Tefsîri süre (2); Ebü Davüd, Menasik 68
[3] Ankebut süresi (29), 2
[4] Muhammed süresi (47), 24
[5] Buharî, Fezailü'l-Kur'an 21
[6] Saf süresi (61), 2-3
[7] Al-i İmran süresi (3), 31
[8] Nisa süresi (4), 80
[9] Nisa süresi (4), 59
[10] Ebü Davud, Melahim 17; Tirmizî, Bey'at 37

Sünnetin Dindeki Yeri

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz'den Kur'an dışında sadır olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usulü alimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla "Sünnet, Allah Resülü'nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir." Şer'î delillerin ikincisi olan sünnetin tarifinde "peygamberlik" kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz'in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar, Kur'an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zatına yönelik olması arasında hiç bir fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı hükümlere bağlansa bile, "Peygamber'den sadır olan söz ve fiiller" olarak "sünnet" kavramı ve kapsamı içindedir. Kimine vacip, kimine mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik, kimilerinin belli bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.

Yalnız burada bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber'in sözlerini "sünnet" kavramından ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince Hz. Peygamber'in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin o çerçevede düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.

Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icma etmişlerdir. Yani "sünnet"'in dinde delil olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup bulunmamaktadır.

Öte yandan, Kitab'ın Sünnet'e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük süresinin benzerini getirmekten aciz kalmış ilahî bir beyandır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap'tan sonra gelmektedir.

Kur'an'da sünnetin hukukî delil olduğunu gösteren ayetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir delilin, mesela çelişki halinde olduğu sanılan bir ayetin zahirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini gösteren ayetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.

Diğer taraftan Peygamber'in mucize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatadan korunmuş olduğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap ve Sünnet'ten her biri yek diğerini desteklemekte ve doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.

İmam Şafiî'nin ifadesiyle Kur'an'ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması, önce bu kaynak birliği içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de ayet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle hareket edilmesi lazım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap'tır deyip hemen birincisinden vazgeçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî araştırma yapılmak suretiyle cem-te'lif, nesh veya tercih gibi çözüm yollarına baş vurulmalıdır.

Sünnet, Kur'an karşısında üç görev üstlenmiştir: Te'kid, tefsir, teşrî'.
Te'kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur'an gibi delalet eder, yani her yönüyle Kur'an'ın hükmüne uygun bir beyanda bulunur. Mesela, "Namazı kılın ve zekatı verin", "Ey inananlar, oruç size farz kılındı", "Kabe'ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır" ayetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslam'ın şartlarını bir de "İslam beş temel üzerine kurulmuştur" 1 hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyan etmektedir. Yine "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin..." 2 ayeti ile "Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızası bulunmadan helal olmaz" 3 hadisi tam bir uyum içinde aynı manayı ifade etmektedirler.

Burada akla, sünnetin Kur'an'a verdiği destek ve teyid, Kur'an için bir kıymet ifade eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur'an arasındaki kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur'an için değilse bile, Kur'an'ın muhatapları açısından sünnetin teyid ve te'kidi elbette büyük bir anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.

Tefsir veya beyan: Sünnet, Kur'an'da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Mesela namaz ve zekatın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine "beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” 4 ayetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine "inanıp da imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar.." 5 ayetindeki zulümden kastın, "şirk" olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.

Sünnetin en yoğun şekilde icra ettiği görev Kitab'ı açıklamaktır. Bu sebeple "Sünnet Kitab'ın açıklayıcısıdır" denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan-açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alakası olarak tesbit edilmiştir.

Sünnetin bu iki fonksiyonu (te'kid ve tefsir) hakkında İslam bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.

Teşrî: Kur'an'ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu alimler tarafından tartışılmıştır. Bazı alimler, "Allah Teala, Peygamber'e itaati farz kılmış ve Peygamber'in kendi rızasına uygun davranacağını bildiği için Kitap'ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber'e hüküm koyma yetkisi vermiştir" dediler. Bazıları da "Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur'an'da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren ayete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir ayete dayanır. Peygamber neyi haram veya helal kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur" dediler.

Bir kısım alimler de, "Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun kalbine Allah Teala tarafından konulan hikmetten ibarettir. Peygamber'in kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır" dediler.

Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber'in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah'ın yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında biribirlerinden ayrılmaktadırlar. İhtilaf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme noktasında yoğunlaşmaktadır.

Kitap'ta olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab'a muhalefet anlamına gelmez mi? diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür:

Kitap üzerine yapılan ziyade şu üç halde bulunabilir:

1. O konu Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ortaya konulmamış olur.
2. Var olan bir hükmü ortadan kaldırıcı (nasih) olabilir. (Tabii sünnetin mütevatir olması halinde bu ihtimal düşünülebilir)
3. Hükmü bir konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.

Bu demektir ki, Kitap üzerine ziyade -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı (nasih) veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:

a. Kitab'ın (yani ayetin) beyanı.

b. Kitab'ın bir açıklama getirmediği konudaki hükmü tek başına (müstakillen) açıklaması.

Muhassıs, bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dahil olanların bir kısmıyla sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların hükmünü tek başına beyan etmiş olur. Mesela "Bunların dışında kalanlar size helal kılındı" 6 ayetinden sonra Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem "Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” 7 buyurmuştur. Bu şu demektir: Ayetteki "bunların dışında kalanlar" ifadesinden maksat, dışında kalanların hepsi değil, bazılarıdır. Bu durumda ayet bu bazılarının helalliğine delalet etmiş, fakat hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resülullah'ın beyanı muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs hem ayetin hükmünü açıklar, hem de ayetin sükut ettiği noktanın hükmünü tek başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab'ı tahsis, takyid veya nesh eden sünnete ait delillerin beyan ve müstakillik olmak üzere iki yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
O halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen "Bu konunun meşruiyeti sünnetle sabittir" ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Mesela, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf'a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.

Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teala'nın, peygamberine kitabında indirmediği bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mani herhangi bir hal de söz konusu değildir. Zira "Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir".8


--------------------------------------------------------------------------------

1 Buharî, îman,!, 2; Müslim, îman 19-22
2 Bakara süresi (2), 188
3 Ebü Davüd, Menasık 56
4 Bakara süresi ( 2), 187
5 En'am süresi (6), 82
6 Nisa süresi (4), 24
7 Buharî, Nikah 27; Müslim, Nikah 33
8 Enbiya süresi (21), 23

AMEL

İş, vazife, hareket, idare, daire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibadet, hayırlı iş. Daha ziyade canlıların bir maksatla yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, 348). Çoğulu "a'mâl" gelir. Gramerde amel, âmilliği, yani bir kelimenin diğer bir kelime üzerindeki tesirini ifade eder.

Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi') amel olmak üzere ikiye ayrılır. insan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. Ayetlerde; "Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur" (el-Mülk, 67/2), "şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155), "Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi denemek için hayır ve serle imtihan ederiz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz. " (el-Enbiya, 21/35) buyurulur.

İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve ahirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu konuda iman ön şarttır. İman da; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh'tan olduğuna inanmayı kapsamına alır.

Ayetlerde şöyle buyurulur: "Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî manevi büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır" (el-Asr, 103/1-3), "İnkâr edip, imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur" (Âli İmrân, 3/91).

Sâlih (iyi) amelin özü, Allah'u Tealâ'nın emirlerini üstün tanımak, Allah'ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, onun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir. Salih ameller ikiye ayrılır. Birincisi; bedenî ibadetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir. Namaz, cihat, küfürle mücadele, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah'a dua istiğfarda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir. ikincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına yararı olan amellerdir. (M. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6079, 6080).

Allah'ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır. Allâh'u Teâlâ insana irade-i cüz'iyye vererek, iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır. insan kendi isteği ile tercihini yapar. Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur. Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de ahirette karşılık görür.

Kur'an-ı Kerîm'de iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok ayetler vardır:

"Onlar, Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip, ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür kıyamet günü azâbı kat kat olur. O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyen kalır. Ancak tevbe eden, imanında samimi kalıp salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah gafûrdur, rahimdir. (Çok affeden ve çok merhamet edendir)" (el-Furkan, 25/68-70). "Kim tevbe edip, salih amel işlerse, şüphesiz o, Allah'a hakkiyle yönelmiş olur" (el-Furkan, 25/71).

Yukarıdaki ayetlerde zikredilen adam öldürme ve zina gibi en ağır kötü amellerden sonra, tövbe edenlerin azaptan istisna edilmesi, katilin ve zaninin de tövbesinin geçerli olduğunu gösterir .

"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası; içinde devamlı kalmak üzere Cehennem'dir" (en-Nisa, 4/93). Bu ayet, katilin affedilmeyeceği anlamında değildir. Ayet Medine'de nazil olmuş olsa bile mutlak*tır. Manası, katilin tövbe etmeden önce vefat etmesine hamledilmiştir.

Hz. Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir" (Ahmed b. Hanbel, III, 466, IV, 141; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 60, 61).

Amellerin değeri imandan sonra niyete*de bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı âmeller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine'ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine'de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam'ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler. İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine'ye gelmişti. işte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine "Ameller ancak niyetlere göredir" (Buhârî, Bedü'l- Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155) buyurdu.

"Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, kendisine işlediği her iyi amel on katından yediyüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de misliyle (ceza) olmak üzere yazılır" (Buhârî, İman, 31; Müslim, İman, 205.)

"Birr (iyilik, sıla) ahlâk güzelliğidir. İsm (günah ve günaha sebep olan şeyler) ise, kalbini gıcıklayan ve insanların bilmesini hoş görmediğin şeylerdir" (Müslim, Birr ve Sıla, 14; Tirmizî, Zühd, 52; Dârimî, Rikâk, 23).

"Gerçek müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selâmette kaldığı kimsedir" (Buhârî, İman, 4-5; Müslim, İman, 64).

"Nerede ve hangi hâlde olursan ol Allah'tan kork. Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günahını silsin. insanlara güzel muamelede bulun" (Tirmizî, Birr ve Sıla, 55; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 5; Dârimî, Rikâk, 47).

Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye davet etmek, Allah ve Resulünün övdüğü bir davranıştır.

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Hayrın işlenmesine vesile olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar ecir vardır" (Müslim, İmâret, 133; Ebû Dâvud, Edeb, 115; Tirmizî, İlim, 14).

"Doğru bir yola çağıran kimse, ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Kötü bir yola davet eden kimse de, ona tabi olanların günahlarından hiç bir şey eksiltmez" (Müslim, İlim, 16, Zikir, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 6; Tirmizî, ilim, 15).

"İslâm'da güzel bir çığır açan kimse hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır." (Müslim, Zekât, 70; Ebû Dâvud, Sünnet, 6).

Sonuç olarak yukarıda verilen ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız ibadetlerden ibaret olmayıp, günlük hayatta bir müslümanın diğerine veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muameleler de bu niteliktedir.

Hamdi DÖNDÜREN

FÂSIK

Allah'in emirlerine aykiri davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayi aliskanlik hâline getiren kimse.

Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalibindandir.

Lügatta, çikmak manasina gelir. Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanin kabugundan disari çikmasina" denir. Istilahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktir. Yani kisaca ilâhi emirlerin disina çikmaktir.

Biraz daha genis anlamiyla büyük günâh isleyerek veya küçük günâhta israr ederek hak yoldan çikan, dinin hükümlerine baglanip onlari kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamini ya da bir kismini ihlâl eden anlamina gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgib el-Isfahâni, el-Müfredât, 572; Elmalili Hamid Yazir, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282). Nitekim Kur'an-i Kerîm'de Kehf sûresinin 50. âyetinde Allah'in emrinden çikarak O'na secde etmeyen seytan için "Feseka an emri Rabbih: Seytan Rabbinin emrinden çikti" buyrulmaktadir. Genel olarak fiski üç grupta toplamak mümkündür:

a. Günâhi çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh islemek.

b. Yapilan bir günâhi israrla yapmak.

c. Günâhin çirkin oldugunu inkâr ederek bu günâhi islemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kisinin iman ile, din ile iliskisi kesilmis olur (Elmalili, a.g.e., I, 282).

Kur'an'da fisk genellikle küfür ile esanlamda kullanilmistir. Ancak bazi ayetlerde fisk mutlak anlamiyla zikredilmektedir. Meselâ hacc'da yapilan fisk (el-Bakara. 2/197) veya Allah'in adi anilmaksizin bogazlanan hayvanlari yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düstükleri fisk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmedigi müddetçe sadece günâh islenmis kabul edilir. Ama bu durumlarda islenen fisk ve yapilan is helâl kabul edilirse küfrü gerektirir.

Bunlarin disinda genellikle Kur'an-i Kerîm'de geçen fisk ve fâsiklar tâbiri küfür ile esanlamli olarak kullanilmistir:

"Andolsun ki biz sana apaçik ayetler indirdik. Bunlari fâsiklardan baskasi inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'in indirdigi ile hükmetmeyenler fâsiklarin tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "Iste Rab olmaya en lâyik olan Rabbinin su sözü (azâbi) küfür ve inat içinde olan o fâsiklar için öyle sâbit olmustur. Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);

"Eger Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardi, onlari (kâfir ve müsrikleri) veli edinmezlerdi. Fakat onlardan birçogu fâsik (Allah'in emrinden ve imandan çikmis) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81).

Mu'tezile'ye göre fâsik, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arasi bir durumdadir. Onlarin bu anlayisi ayni zamanda bes prensiplerinden birisini teskil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir. Bunlara göre fâsik eger tövbe ederse imana döner, yok eger tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalir. Burada su hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayisi bu dünya içindir, yani o kisinin iman açisindan bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayis ahirete atfedilerek o kisilerin cennet ile cehennem arasinda bir yerde kalacaklari anlaminda degildir. Hâriciler ve ameli imanin esasindan bir sart olarak görenlere göre ise, fâsikin yukarida sayilan her üç derecesi de küfür noktasindadir ve ebedî cehennemde kalacaklardir. Fisk ve fâsiklik bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düsen bu durumdan mümkün oldugu ölçüde kaçinmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün oldugu ölçüde fiskdan uzak durmaktir. Günâhin büyügünden oldugu gibi küçügünden de kaçinmali, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun islenmesinde israr edilmemelidir. Zira sözü geçtigi üzere küçük günâhta israr etmek de fiskin derecelerinden birisidir.

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fisk isnadiyla bir söz söylememek gerekir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Hiçbir kisi baska bir kimseye fisk (sapiklik) isnadiyla 'ya fâsik ' diye söz atamaz, atmaya hakki yoktur. Yine böyle küfür de isnad edemez. Sayet atar da attigi kimse atilan fiskin veya küfrün sahibi degilse bu sifatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsik veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Serhi, XII, 137). Bu hadis-i serif ayni zamanda bir ahlâki prensibi ortaya koymaktadir. Zira kisiyi ayiplamak, onun ayibini teshir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir seyle ayiplamak ahlâki bir tavir olmadigi gibi isnad ettigi sey, o kiside mevcut degilse zikredilen lâfiz geregince kendisini de tehlikeye düsüren bir durumdur.

Abdurrahim GÜZEL

ŞİRK

"Se-ri-ke" fiilinin masdari, ortak olma demektir. Dinî anlamda sirk, Allah'a es ve ortak kosma manasina gelir.

Bu fiilin dört harfli "if'âl" babindaki sekli "esrake"dir ve ortak tanima, ortak kosma demektir. Bu babin ismi faili olan "müsrik" de, ortak kosandir (el-Isfahânî, el-Müfredât fi Caribi'l-Kur'an, Misir 1961, II, 259, "se-ri-ke" md.)

Sirk, ayni kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'an'da yüzelliyi askin yerde geçmektedir.

Kur'an-i Kerim'i inceledigimiz zaman, sirke düsen insanlarin nefislerine tabi olarak tevhide karsi çikmalarinin neticesinde bu duruma düstüklerini görüyoruz. Bütün müsrik toplumlarda, genellikle ahlaksizlik, nefis duygulari, zulüm, hirs, azginlik, taskinlik ve menfaatperestlik hakimdir. Sirkin temeli, insanlarin Allah'a tam manasiyle inanmamalari, O'nun emir ve yasaklarina gerektigi gibi uymamalari ve ondan sonra yukarida arzedilen süfli bir duruma düsmelerine dayanir. Bu husus birçok âyette dile getirilmistir (el-A'raf, 7/80, 81, 85, 86; Yusuf, 12/23, 25, 28, 29, 30, 31, 35; el-Hicr, 15/3 vb).

Kur'an âyetlerinden baska, çesitli hadislerde ve ilmî eserlerde de sirk konusuna genis yer verilmistir. Allah'in birligine ortak kabul etmek sirk oldugu gibi, kudret ve tasarrufunda O'na ortak kabul etmek de sirktir. Sirk'in diger bir çesidi de, yalniz Allah'tan beklenmesi gereken sonuçlari, Allah'tan baska güç ve kisilerden beklemektir.

Sirk'in ziddi tevhiddir. O da, Allah'in varligini ve birligini kabul etmekle beraber, O'nun tasarruflarinda tek kudret sahibi oldugunu, hüküm ve irâdesinin her seyin üstünde bulundugunu kabul etmektir. Islâm dininde tevhid esastir. Hemen hemen bütün ibâdetlerin ana gayesi çesitli konularda müslümanlarin arasinda birligi saglamaktir. Dünyanin her yerindeki müslümanlarin ayni ezani okumalari, ibadetlerinde ayni kibleye dönmeleri, tevhidin birer göstergesidir. Sirk bunun tam ziddidir. Tevhid'in ana gayesi ve esas hedefi olan Allah'in birligi hususundaki inanci zedelemek, O'na ortak kabul etmek, büyük sirk kabul edilmistir.

Yüce Allah Kur'an'da: "Muhakkak ki sirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 31/13) diye buyurarak, sirki bir zulüm olarak tanitmistir. Nitekim sirke düsen insan, bu hareketiyle kendi nefsine zulmetmis olur (el-Maverd, en-Nuketu ve'l-Uyunu, Beyrut, 1992, IV, 333). Ve yine sirk göklerin, yerin ve bunlarda bulunanlarin, maddenin ve hayatin zorunlu olarak teslim oldugu küllî bir kanuna, yani Allah'in tek ilah ve Rab oldugu gerçegine karsi gelinmekle Allah'in hakkini O'na teslim etmemek bakimindan da bir zulümdür. Sirk'e düsen insanin kendi sahsina zulmettigini destekler mahiyetteki diger bir âyetin meâli söyledir:

Allah'a ortak kosmadan, halis olarak Allah'i birleyenler olun. Kim Allah'a ortak kosarsa, o sanki gökten düsmüs de kendisini kus kapiyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir" (el-Hacc, 22/31 ) .

Sirk'e düsen insan o kadar perisan olur ki, Yüce Allah ile baglari kopar; istikametini sasirir; iyi ile kötüyü ayird edemez hale gelir ve kendi öz çocugunu öldürecek kadar saskin bir duruma düser. Onlarin bu aci hali, Kur'an'da söyle haber verilmistir.

Yine ortaklari, müsriklerden çoguna evlatlarini öldürmeyi süslü (güzel bir seymis gibi) gösterdi ki (böylece) hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karistirip bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardi. O halde onlari, uydurduklariyla bas basa birak!" (el-En'am, 6/137).

Yüce Allah'in sirke bakisini ve sirkin Kur'an'daki tanimini sergileyen diger bazi âyetlerin meâli söyledir:

"Allah, kendisine ortak kosulmasini elbette bagislamaz. O'ndan baska günahlari diledigi kimse için bagislar. Kim Allah'a ortak kosarsa, büsbütün sapitmistir" (en-Nisa, 4/116).

"Onlar (müsrikler, sirk kosanlar insanlari) atese çagirir. Allah ise izniyle Cennete (girmeye) ve magfirete çagirir" (el-Bakara, 2/221).

"Kitâb ehlinden ve (Allah'a) sirk kosanlardan kâfir olanlar, Cehennem atesindedirler. Orada ebedî kalacaklardir. Onlar, halkin en serlileridir" (el-Beyyine, 98/6).

Tevhide aykiri olan, Allah'in ve Peygamber (s.a.s)'in emirlerine ters düsen sirke, kimden gelirse gelsin, itâat etmemek gerekir. Islâm dini annebabaya son derece itâat etmeyi, onlara saygida bulunmayi emrettigi halde, sirk olan hususlarda, onlarin sözünü dinlememeyi ve onlara tabi olmamayi istemektedir. Konu ile ilgili bazi âyetlerin meâli söyledir:

"Biz insana anne-babasina iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eger onlar seni, (gerçekligi) hakkinda hiçbir bilgin olmayan bir seyi, bana ortak kosmani için zorlarlarsa, (bu hususta) onlara itâat etme. Dönüsünüz banadir. O zaman size yaptiklarinizi haber veririm." (el-Ankebût, 29/8).

Biz insana anne-babasini tavsiye ettik. Anasi onu zayiflik üstüne zayiflik çekerek (karninda) tasimistir. Onun (memeden) ayrilmasi da iki yil içinde olmustur. (Bunlarin hepsi, güç seylerdir. Onun için biz insana) '-Bana ve anne-babana sükret. Dönüs banadir, (diye ögüt verdik). Eger onlar seni hakkinda bir bilgin olmayan bir seyi bana ortak kosman için zorlarlarsa, onlara itâat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüsünüz banadir. (O zaman ben) size yaptiklarinizi haber verecegim" (Lokman, 31/14,15).

Allah'in Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v) de, sirki helâk edici büyük günahlarin basinda saymistir: Bu hususu belirten bir hadiste söyle buyurmustur:

Helak edici yedi seyden sakinin:

1- Allah'a sirk (ortak) kosmak;

2- Sihir (ve büyücülük gibi göz boyayan, aldatip oyalayan seyler)le mesgul olmak;

3- Allah'in haram kildigi cana haksiz yere kiymak;

4- Yetim mali yemek;

5- Savas alanindan kaçmak;

6- Faiz yemek;

7- Iffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadinlara zina isnâd etmek" (Buharî, Vesaya, 23, Tib, 48, Hudud, 44; Müslim, Imân, 144; Ebû Davûd, Vesâya, 10; Nesâi, Vesâya, 12).

Sirkin disindaki günahlarin affedilecegi, imân sahibi olan bir insanin bu gibi günahlari isledigi takdirde, cezasini çektikten sonra mutlaka cennete gidecegi, ancak sirke giren insanlarin, tevbe etmeden öldügü takdirde, affedilmeyecegi Rasûlüllah (s.a.v) tarafindan haber verilmistir:

"Cebrail bana gelerek su müjdeyi verdi: "-Ümmetinden kim Allah'a serik (ortak) kosmadigi halde ölürse, Cennet'e girer". Bunun üzerine ona dedim ki: "-Zina da etse, hirsizlik da yapsa ..?" Cevap verdi: "Evet, zina da etse, hirsizlik da yapsa..." Peygamberimiz (s.a.s)'in bildirdigine göre, Cebrâil (a.s)'a bu soruyu üç defa sormus ve her seferinde ayni cevabi almistir (Buhârî, Cenaiz, 1, Libas, 24, Isti'zan, 30, Rikak, 13,14, Tevhid, 33; Müslim, Imân, 153, 154, Zekat, 32,33; Tirmizî, Imân, 18; Ahmed b. Hanbel, V, 152, 159, 161, VI, 166)

Bir de küçük sirk diye bir çesit sirk daha vardir. O da, ibâdetlere riya ve gösterisi karistirmak, Allah'in rizasindan sapmaktir. Kur'an'da bu hususta söyle buyurulmustur:

Kim Rabb'ine kavusmayi umuyorsa, artik salih bir amelde bulunsun ve Rabb'ine ibâdette hiç kimseyi serik kilmasin (ortak tutmasin)" (el-Kehf, 18/110).

Bu âyette geçen, ibâdette Allah'a sirk kosmaktan gaye, ibâdette ihlasli ve samimi olmamak, Allah'in rizasinin disindaki riya, gösteris ve benzeri menfaat duygularini tasimak demektir (el-Beydâv, Envanu't-Tenzil ve Esranu't-Te'vîl, Misir 1955, II, 14).

Hz. Muhammed (s.a.s)'in de bu hususta söyledigi hadislerden bazilari söyledir:

Sizin için en çok korktugum sey, küçük sirktir." Hazir bulunanlar: "Ya Rasûlüllah! Küçük sirk nedir?" diye sorduklari zaman, Rasûlüllah (s.a.s) söyle devam etmistir: "Küçük sirk, riya yani gösteristir. Ahiret gününde insanlara amellerinin karsiligi verildigi zaman, Allah diyecek ki: "- Dünya hayatinda iken, kendileri görsün diye riya ve gösteris yaptiginiz kisilerin yanina gidin, bakin, onlarin yaninda herhangi bir karsilik bulacak misiniz?" (Ahmed b. Hanbel, V, 428, 429).

"Ümmetim için en çok korktugum sey, Allah'a sirk kosmaktir. Ama dikkat edin; Ay'a, Günes'e veya puta tapacaklar, demiyorum. Fakat, Allah'in rizasinin disindaki gayeler için harekette bulunacaklar ve gizli sehvet, yani riyâ ve gösteris duygularini tasiyacaklar (demek istiyorum)" (Ibn Mâce, Zühd, 21).

Ebu Hureyre (r.a) dedi ki, ben Rasûlüllah (s.a.s)'i söyle söylerken isittim:

"Kiyamet günü aleyhine hükm olunacak halkin birincisi sehid edilen bu adam olacaktir. O kimse, (Allah'in huzuruna) getirilir; Allah ona verdigi nimetlerini bir bir anlatir. O da bunlari bilir ve hatirlar. Yüce Allah:

-”Bu nimetlerin arasinda ne yaptin?" diye sorar. O kisi:

-"Senin rizan için savastim ve nihâyet sehid oldum " diye cevap verir. Yüce Allah:

-”Yalan söylüyorsun. Fakat sen, hakkinda kahraman denilsin diye savastin. Bir rivâyete göre, Allah'in emri üzerine o kisi yüz üstü sürüklenerek Cehennem'e atilir.

(Ikinci olarak) Ilim ögrenmis, baskalarina da ögretmis ve Kur'an okumus biri huzur'u ilâhiye getirilir. Yüce Allah ona da verdigi nimetlerini tek tek anlatir. O da bunlari anlar. Allah ona:

-"Bu nimetlerin arasinda bulunurken, ne yaptin " diye sorar. O su cevabi verir:

-”Senin rizan için Kur'an'i, ilmi ögrendim ve baskasina ögrettim." Yüce Allah ona da söyle der:

-”Sen yalan söylüyorsun. Fakat sen Kur'an'i, ilmi riya ve gösteris için, sana alim, güzel okuyor, densin diye okudun, ögrendin. Nitekim senin için bu övgüler yapildi." Allah'in emri üzerine o da sürüklenerek Cehennem atesine atilir.

(Üçüncü olarak) Allah'in kendisine genis çapta zenginlik ve çesitli maldan verdigi biri getirilir. Allah, buna da verdigi nimetleri ayri ayri anlatir. O da, bu nimetleri kabul eder, hatirlar. Yüce Allah ona da sunu sorar:

-"Bu nimetlerin arasinda bulunurken, ne gibi hayirli isler yaptin ? O da söyle cevap verir:

-"Senin rizan için, sevdigin her türlü yola para harcadim. Maddi yönden, yardimda bulunmadigim hiç bir seyi birakmadim. " Yüce Allah ona da ayni sekilde cevap verir:

-”Sen yalan söylüyorsun. Aslinda sen bunlari, sana cömert denilsin diye yaptin. Riya ve gösteriste bulundun. Beklendigin medih ve övgülere de kavustun." O da Allah'in emri üzerine yüzüstü sürüklenerek Cehennem atesine atilir" (Müslim, Imâre, 152; Nesef, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, II, 322).

Bu hadiste ifâde edildigi gibi, sehid olmak, alim olmak ve hayir yollarina maddi yardimda bulunmak, son derece güzel seylerdir. Ancak bunlar Allah rizasi için degil, riya, gösteris veya baska herhangi bir menfaat duygusu ile olunca, hiç bir kiymeti ve degeri yoktur.

Nureddin TURGAY

Samil Islam Ansiklopedisi

İLÂH

Kendisine ibadet edilen, her şeyden çok sevilen, tazim ve tesbih edilen mutlak varlık.

Lügatta, örtünmek, gizlenmek, alışmak ve kulluk anlamında kullanılmakla beraber genelde ibadet edilen, tapınılan nesnelerin ortak adı olmuştur. Ancak İslâmiyet'in saf tevhid akîdesi, tapılacak, ibadet edilecek; kainatın ve eşyanın yaratıcısı ve yoktan var edicisi olarak sadece Allah'ı kabul etmektir. Bu yüzden, Allah'ı lâfzî sadece İslâm'ın kabul ettiği tanrı inancının alemi (özel ismi)'dir.

Müfessirlerin ve nahivcilerin ekseri görüşüne göre Allah ismi celâli mürtecel ve gayri müştak bir isimdir. Yani ne (Lahe-yelihü-leh) dan ne de (lailahe) den müstak değildir. Bazılarının iddia ettiği gibi Süryanice olduğu ileri sürülen "Lâhe" isminden arapçalaşmış bir isim de değildir. İmam Fahruddin er-Râzî lafza-i Celâl Allah-u Teâlâ'nın alem ismidir ve aslen müştak değildir. Nahiv imamlarından Halil ve Sibeveyh usulcülerin çoğu ve fakihler hep bu görüştedirler demiştir. Nitekim nidada hemzenin düşmemesi ya ile fasılasız bir araya gelmesi hemzenin kelimenin aslından olduğunun delilidir. Lafzai Celalin başındaki eliflam harfi tarif değildir. Ancak kullanılış kolaylığı için çoğunlukla onun gibi kullanılmıştır. Sonuç olarak Allah ismi müştak ve menkul değildir. İlk kullanılışından itibaren alem ismidir. Nitekim arapçada Allah isminin çoğulunun veya bir başka şey için kullanıldığının hiç bir örneği yoktur. Allah'ın zatı bütün esmâ ve sıfata mukaddem olduğu gibi Allah ismi de öyledir. O ulûhiyyet vasfından değil, uluhiyyet ve ma'bûdiyet vasfı ondan alınmıştır. Allah mabut olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabut'dur. Onun ulûhiyyeti ibadet ve ubudiyyete müstehak olması zatındandır. İnsanlık, puta tapar, güneşe tapar, ateşe tapar. kahramanlara, tâğutlara veya bazı sevdiği şeylere tapar. Taptığı zaman onlar ilâh ve mabut olurlar. Sonra bunlardan vazgeçer, o zaman onlar İlâhiyet ve mabûtiyet vasıflarını yitirirler. Halbuki insanlar Allah'ı mabut ilâh tanısın tanımasın, O zatında mabuttur. O'na her varlık ibadet, ubudiyet ve tazim borçludur (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 29-30).

İslâmiyet'in Allah âkidesiyle diğer dinlerdeki "ilâh" fikri arasında tartışmaya yer bırakmayacak nitelikte büyük farklar vardır. Diğer dinlerdeki ilah fikrine, İslâmiyet'in reddettiği yollardan ulaşılır. Sonra bu dinlerin mensubu olan insanlar, ilâhlarım kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinirler. Diğer dinlerdeki ilâh fikri, insanların korkularının isteklerinin ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu ilâhlar insanların isteklerinin ihtiyaçlarının ürünüdür. Bu ilâhlar insanların ihtiyaçlarına göre şekillenirler. Sonra bu ilâhların hüküm va'z etmek gibi özellikleri de yoktur. insanların ihtiyaçları karşılandığından, bu ilâhların fonksiyonları da tükenecektir. Oysa İslâm, kişi ilâhım kendi ihtiyaçları doğrultusunda edinemez. Zîra İslâm, mutlak bir yaratıcının ve hüküm koyucunun ve ibadet edilecek bir tek ilâhın var olduğu, onun da hiç bir ortağı bulunmadığı esası üzerine oturtulmuştur. İslâm insanları bu ilâha (yani Allah'a) iman ve ibadet etmeye çağırır. Diğer dinlerde ilâhlar, insanlarla birlikte vardır. İnsan yok olduğunda bu ilâhlar da yok olurlar. Oysa Allah (c.c) insanı yaratandır. İnsan yaratılmadan önce de vardı ve zatı ile kâimdir. İnsan kendisinin ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten, sıkıntılara karşı ona yardım elini uzatan, onu koruyup gözeten, sıkıntı ve korkulu anlarında onu emniyete ulaştıran bir varlığa ibadet için yönelmektedir.

Tabii olarak kişinin inancına göre ihtiyaçlarını gideren, doğalara icabet eden bir varlık, kendinden daha yüce ve üstün olmalıdır. Yani ilâh edinilen şey müteal olmalı, insanın ulaşamayacağı özellikler taşımalıdır. Hiç şüphesiz ibadet düşüncesi, mabudun şahsı ve kudreti gayp perdeleri arkasında olmadıkça kişinin hatırasında canlanamaz. Mabudun ihtiyaçları yerine getirmeye yeten güç ve kuvveti gizlilik perdelerinin altında olmalıdır. Bundan dolayı mabud için isim olarak öyle bir kelime seçilmelidir ki, hicaplarına ve derin hayret manası ile birlikte yücelik üstünlük ve şereflilik manalarını da ihtiva edebilsin.

İlâh kelimesinin mabuda bağlanmasının sebepleri şöyle sıralanabilir: İhtiyaçları gideren, işlenen âmelin karşılığını veren, sükunet bahşeden, yücelik hükmü altına alıp koruyan, ihtiyaçları gideren, musibet anında koruyandır. Aynı zamanda gözlerden öylesine gizli olmalı ki, insanların idrak edemediği sırlardan daha da esrarlı olsun ve insan ondan korktuğu kadar, iştiyak ve sevgide duyabilsin.

Kur'an-ı Kerimde ilâh kelimesi iki manada kullanılmıştır. Birincisi- hak olsun batıl olsun, ayırım yapılmaksızın, insanların kendisine tapındığı şey anlamında mabud. İkincisi; gerçekten ibadete lâyık olan varlık anlamında hak mabud.

İlah Edinmek

Yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'le başlayan tevhîd inancı gönderilen her peygamberle birlikte devam edegelmiş ve İslam peygamber'i (s.a.s) ile kemâle ermiştir.

Bütün peygamberler, kendinden önceki peygamberleri tasdik edici özellikte tevhid yolunda mücadelelerini sürdürmüşler, gönderildikleri kavimleri Allah (c.c)'dan başka ilâhlar edinmemeleri hususunda uyararak, onları Allah'a kulluk etmeye çağırmışlardır. Ancak peygamberler bu mücadeleleri sırasında kendilerinin yanında yer alan pek az mümin bulabilmişlerdir. Hatta bazıları öldürülmüşler, yaşadıkları yerden uzaklaştırılmışlar ve içinde bulundukları toplumun, sürekli hakaret ve alaylarına maruz kalmışlardır.

Peygamberlerin uyarılarını dikkate almayan insanlar, kendi inançlarında ısrar etmişler, Allah'dan (c.c) başka ilâhlar edinerek, onlara tapınmaya devam etmişlerdir. Nitekim Allah'u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de bu kavimler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar, kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye, Allah'tan başka düzme ilâhlar edindiler" (Meryem, 19/81). "Onlar, Allah'ı bırakıp, güya kendileri yardım(a mahzar) edilecekler ümidi ile mabudlar edindiler" (Yâsin, 36/74).

Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere cahiliye devri insanları kendileri için ilâh olabileceğine inandıkları nesnelerin şiddet ve sıkıntı anlarında koruyucu olduklarını, onların etrafında toplandıklarında yeminlerinden vazgeçmekten doğabilecek sorumluluktan bir takım korkulardan kendilerini emin kılabileceklerini zannediyorlardı.

"Allah'ı bırakıp taptıkları yalancı ilâhlar, rabbinin azap emri geldiği zaman onlara hiçbir fayda sağlamadı, ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı " (Hûd, 11/101).

"Halbuki Allah'ı bırakıp da çağırdıkları şeyler hiçbir şeyi yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp duruyorlar. Onlar diriler değil ölülerdir. Ne zaman dirileceklerine de şuurları yoktur. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır (en-Nahl, 16/20-22).

"Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. Ondan başka hiç bir ilâh yok" (el-Kasas, 28/88).

"Allah'tan başkasına tapanlar dahi gerçekte Allah'a eş tuttukları ortaklara tabi olmuyorlar. Onlar kuru zandan başkasına uymuyorlar, onlar ancak yalandan başkasını söylemiyorlar" (Yûnus10/66).

Bu ayetlerden şu neticeleri çıkarmak mümkündür:

a) Cahiliye devri insanları kendilerine sıkıntılı anlarında dua edip yardıma çağırdıkları ilâhlar ediniyorlardı.

b) ilâhlar sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce şahıslar da tapınılan ilâhlar arasında idi. Nitekim "onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman dirileceklerine şuurları da yoktur" ayeti, bunu ispatlamaktadır.

c) Müşriklere göre ilâh edindikleri putlara, onlarım dua ve yakarışlarını işiten ve onlara yardıma gücü yeten varlıklardı.

Meselâ bir adam acıkmışsa, karısından yemek ister. Yada hastalanmış olsa doktor çağırır. Onun bu davranışları bir dua değil, sebep ve netice kanununun tabii bir göstergesidir. Adam, karısını veya doktoru ilâh edinmemektedir. Ancak bu adam açlık ve hastalığa katlanamaz duruma geldiğin de karısından doktorundan yardım isteyeceği yerde, başka bir şahıstan veya puttan medet umsa, ona bu ihtiyaçlarım gidermesi için dua etmiş ve onu kendisine ilâh edinmiş olur. Günümüzde de pek sık rastlanabildiği gibi kilometrelerce uzaklıktaki bir mezarda yatan bir ölüye dua etse, ihtiyaçlarını karşılaması hususunda ondan bir medet umsa veya aynı duyguları bir puta karşı beslese bunların, ihtiyaçları hakkında kendisine yardım edeceğine, hastalık, sıhhat ve açlığa, tabiat kanunları dışındaki bir mânevî güçle ihtiyaçlarını vermek için gereken sebepler üzerinde hükmünü geçirme kudretine sahip olduğuna inanırsa, bu ölüyü, diriyi veya putu kendisine ilâh edinmiş olur.

Nitekim günümüzde bu misali andıracak şekilde canlı olaylar yaşanmaktadır. Meselâ yeni evlenen çiftlerin kendilerine mutluluk getireceğine inanarak, çeşitli şahısların mezarlarına ziyaretler düzenleyip, çeşitli adaklar adadıkları işitilmektedir. Bu olaylar günümüzde Allah'tan başka ilâhlar edinip O'na şirk koşmanın en açık örneklerinden biridir.

Aslında insanın ilâh edindiği nesnelere dua etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce, şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu dışında bir kuvvete sahip olduğunu kabul etmeye götüren düşüncedir.

Allahu Teâlâ (c.c) kendisinden başka ilâh edinenlerin durumlarını şöyle açıklamaktadır: "Andolsun ki, biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helâk ettik. Ayetleri, belki onlar küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar açıkladık. O vakit Allah'ı bırakıp da güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme tanrılar onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme tanrılar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu onların yalanlarıdır, uydurmakta oldukları şeydir" (el-Ahkâf, 46/27, 28).

İnsanların gerçek yaratıcıyı bırakıp, kendi elleriyle yaptıkları putları ilâh edinmelerinin başlangıcı Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirlenir: "Nûh şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti. Malı ve evlâdı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye. Onlar büyük tuzaklar kurdular. "Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Ved, Suvâ', Yagûs, Yeûk ve Nesr gibi putlarınızdan vazgeçmeyin" dediler" (Nûh, 71/21-23).

Buhârî'nin İbn Abbas'dan naklettiğine göre, Nûh peygamberin kavminde bulunan bu putlar daha sonra Arabistan'a intikal etti. Bu putlardan "Ved" Dûmetü'l-Cendel'de Kelb kabîlesinin; "Suvâ"' Huzeyl kabîlesinin; "Yagûs" Sebe'in; "Yeûk" Hemedan'ın; "Nesr" ise Himyer'in putu haline geldi. Bunlar Nûh (a.s)'ın kavminden salih kimselerin adına dikilmiş heykellerden ibaretti. Şeytan, bunların sûretlerinin toplantı yerlerine dikilmesini iğva yoluyla telkin etmişti. Ancak sahipleri ölünceye kadar bunlara tapınmadılar. Daha sonra gelen nesiller bu putlara tapınmaya başladılar (Buhârî, Tefsîru Sûre "İnnâ erselnâ", 6/199). Muhammed b. Kays'dan rivayete göre "Yeûk" ve "Nesr" Âdem ve Nûh aleyhisselâm arasında yasamış sâlih kimseler olup, çok tâbileri vardı. Bunlar ölünce kavimleri, ibadetlerinde bunları hatırlayarak daha şevkle ibadet yapmak istediler. Bunun için heykellerini diktiler. Bu şahıslar ölünce de şeytanın iğvâsı yoluyla kavimleri, kendilerine ibadet etmeye başladılar (İbn Kesır, Tefsîru'l Kur'âni'l-azim, İstanbul 1985, VIII, 261 -263).

Tevhid inancından bu şekilde ilk sapmalar yolunda, eski çağlarda bu inançtan habersiz diğer kavimlerin de bazı ilâhlar edindikleri görülmektedir. Meselâ; eski Mısır'ın mitolojik dinlerine göre, zaman ilâhı Keb ile gök tanrıçası Nut'un evlenmesinden meydana gelen Osiris, kıskançlık yüzünden Seth tarafından öldürülerek oniki parçaya bölünmüştü. Eski Çin dini olan Sinizm'e göre tanrı Çang-Ti'nin soyundan gelen Çin hükümdarları, göğün oğludur. Hind dinlerindeki ilâhlar, her türlü beşeri eksikliklerden uzak olamazlar. Gök gürültüsü, yağmur, fırtına gibi olayların ilâhı olan İndra, çok zâlim ve gaddar bir ilâhtı. Keza Sümerlerin ilâhı olan Madruk, uluhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak tıpkı insanlar arasındaki krallar gibi elde etmişti. İran dini Mecûsîlikte ise iyilik tanrısı olan Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen devamlı savaşırlardı. Hangisi galip gelirse ona bağlı olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük galip gelmektedir. Bugünkü Avrupalıların ataları olan Keltlerin dininde, insanlar vahşice ilâhlara kurban edilirdi. Azteklerin harp tanrısı olarak kabul ettikleri Çiçli-Puçli, insan yüreği yemekten hoşlanan zâlim ve savaşçı bir ilâhtı. Bunların yanında eski Yunan'ın mitolojik Olimpos tanrılarını da unutmamak gerekir. Ayrıca orta Asya Türklerinin çeşitli nesneleri, özellikle kendilerini kurtardığına inandıkları bir kurdu nasıl ilâhlaştırdıkları bilinmektedir.

Yahudilerin millî ilâhi olan Yahova, kendi kavmi olan İsrailoğullarının dışında kalan kavimlere karşı son derece zâlim ve gaddardır.

İslâm'ın dışındaki dinlerin ilâh telâkkisi, İslâmiyet'ten tamamen farklıdır. Bu sebeple diğer dinlerdeki ilâhlara ancak ilâh, tanrı, Rab, Huda, Çalab gibi isimler verilebilir. Allah ismi ise aslâ verilemez. Meselâ; Batı dillerinde ilâh karşılığı kullanılan (Fransızca "Dieu", İngilizce "God", Almanca "Gott", İtalyanca "Dio") kelimeler, temelde Yunanca Theos ve Lâtince Deivo kelimelerine dayanmaktadır. Bu kelimeler de Yunan mitolojisinin insan şeklindeki tanrı anlayışına dayanmaktadır.

Genellikle beşeri zaaf ve eksikliklerle bilinen bu Yunan menşe'li ulûhiyyet inancı önce Roma'ya, oradan da Hristiyanlığa geçmiştir. Ve bundan sonra Hristiyan mabedlerine Hz. İsa'nın ve Meryem'in heykelleri konulmaya başlanmıştır.

Bugünkü Batı dünyası, Yunan ve Roma politeizmini, isminin dışında her şeyi ile almıştır. Dolayısıyla onların ulûhiyyet fikri, bir türlü saf tevhide ve tevhiddeki her şeyden arındırılmış Allah anlayışına yaklaşamamaktadır.

İslâmiyet'teki Allah inancı, O'nun sadece müslümanların değil, tüm alemlerin ilâhı olduğu gerçeğine dayanır. Ayetlerde de zikrolunduğu gibi, bütün varlıklar, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek O'na boyun eğer ve ibadet ederler.

O'nun zâtı, her türlü tavsif ve temsilden münezzehtir. İnsan kendi idrak ve duyu vasıflarıyla Allah'ın zâtını neye benzetirse, Allah ondan münezzehtir. Dolayısıyla şirke yer yoktur. İslâmiyet'in ilk ve en önemli şartı, Allah'ı her türlü şirk unsurlarından tenzih etmektir.

Yüce Allah yeryüzündeki bütün insanları kendisine kulluğa çağırarak şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, O'na karşı gelmekten korunmuş olasınız" (el-Bakara, 2/21).



Şâmil İA.

MUSKA

Bazı hastalıkları, kötülükleri ve nazarı uzaklaştırmak için boyna asılan veya üstte taşınan yazılı kağıt; üç köşeli şekilde katlanmış şey; üç köşeli bir nüsha manalarında kullanılır.

Muska kelimesinin aslı "nüsha"dır. Arapça nüsha'dan Türkçeye bu şekilde, değişerek geçmiştir. Buna Kuzey Afrika'da "hurz", Doğu Arabistan'da "hamaya", "hafiz" yahutta "maâza", Türkiye'de "muska", "nusha" veya "hamail" denir. Hadis ve fıkıh kitaplarında, "rukye" olarak geçmektedir.

Muska, genellikle olası bir hastalıktan korunmak veya tedavî amacıyle yazılarak taşınır. Çoğunlukla üçgen biçiminde meşin, teneke, gümüş ve altın kalplar içine konarak boyna asılır ya da kola takılır. Dört köşeli veya kalp biçimiııde kaplara da konan hamail, bütün İslâm dünyasında yaygın biçimde kullanılmaktadır.

Muskalara yalnızca sûre, ayet, hadis veya bir dua yazıldığı gibi, Allah'ın, meleklerin, efsanevî kişilerin adları, anlaşılmaz tılsımlı sözler, simgeler, yıldız işaretleri, rakamlar, rumuz ve işaretler, insan ve hayvan resimleri ile garip harf şekilleri de yazılıp çizilmiştir. Sûre, ayet, hadis ve duanın yazıldığı muskalar İslâm dönemine; diğerleri ise, İslâm'dan önceki batıl inanç ve hurâfelere aittir.

Müslümanlar arasında muskalara 113. sûre olan Felak, 114. sûre olan Nâs, Yasin, Fâtiha süreleri, Âyetü'l-Kürsi (2/256), Âyetü'l-Arş (9/130), diğer çeşitli ayet, hadis ve dualar yazılır.

İslâm fıkhı âlimleri, zararı gideren şeyleri üçe ayırmışlardır: Birincisi, açlık için ekmek yemek ve susuzluk için su içmek gibi kesin olanlarıdır. İkincisi, tıbbî tedâvilerin bir kısmı gibi muhtemel (maznûn) olanlardır ve üçüncüsü de, okuyarak tedâvi gibi, etkisi ihtimalli olanlardır. Zararı gidereceği kesin olan şeyi kullanmak farz ve onu terketmek haramdır. Muhtemel olanı yapmak iyidir. Ancak onu terketmek haram değildir. Üçüncü türünü yapmak da caizdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1970, IX, 6395 vd.).

Dolayısıyle İslâm'a göre nazar, korku ve benzeri bazı psikolojik hastalıklar için sûre, ayet, hadis ve duaları okumak ve yazıp bir yere asmak caiz kabul edilmiştir.

Her şeyden önce İslâm dini, insan sıhhâtinin korunmasına ve hastalandığı zaman tedâvî görmesine son derece önem vermiştir. Ebu Hureyre, İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'tan rivâyet edildiğine göre, birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzuruna gelerek, "Ya Rasûlallah, gerektiğinde tedâvi olalım mı?" diye sormuş. Hz. Peygamber (s.a.s) bu soru üzerine: "Ey Allah'ın kulları tedâvi olunuz. Yüce Allah ihtiyarlığın dışındaki her hastalığın şifâsını da yaratmış" diye buyurmuştur (Buhârî, Tıb, 1; et-Tirmizî, Tıb, 2;)

Ebu Sâîd kanalıyla rivâyet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s)'in muavvizeteyn* (Felak ve Nas) sûreleri nazil oluncaya kadar, insan ve cinlerin nazarlarından Allah'a sığındığı açıklanmaktadır (et-Tirmizî, Tıb, 16; İbn Mace, Tıb, 33).

Hasta olan bir insanın dua etmesi ve okuması câiz olduğu gibi, salih kimselere bunu yaptırmak da câizdir. Hz. Aişe (r.a)'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) hasta olan akrabalarının üzerine okuyarak sağ eliyle onları sıvazlar ve şöyle derdi: "Ey Allah'ım, ey insanların Rabb'ı, şu hastalığı götür, şifâ ver, şifâ veren Sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Hastalığı ortadan kaldıracak bir şifâ ver" (İbn Mace, Tıb, 35, 36).

Bu ve benzeri rivâyetlere göre, okuma ve yazma sûreti ile tedâvî caizdir. Ancak bunun için bazı şartlar vardır. Bu şartları şöyle sıralamamız mümkündür:

1- Okunan ve yazılan şey sûre, ayet, hadis veya manası anlaşılan dua olacak.

2- Manası bilinmeyen bir takım isim, harf, resim ve işâretler kullanılmayacak. Buna göre, yukarıda anlatılan ikinci çeşit muskalar İslâm'a göre haram ve yasaktır.

3- Tıbbi tedâvide olduğu gibi, burada da şifâ verenin yalnız Allah olduğuna inanılacak; O'ndan başkasından hiç bir şey umulmayacaktır.

4- Sevdirmek veya nefret ettirmek gibi, tedâvi ile alakası olmayan şeyler için yapılmayacaktır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IX, 6397).

Dikkat edilecek diğer bir husus da muska yazarken veya yazdırırken, İslâm'a muhalif olan her şeyden uzak durmak gerekir. Ölçü İslâm ve niyet Allah'ın rızası olmalıdır.

Âlimlerin çoğunluğu, okuma veya yazma yolu ile tedâviden ücret almayı câiz görmüş bunu haram kabul etmemişlerdir (et-Tirmizî, Tıb, 20; el-Aynî, Umdetu'l-Kari, V, 647). Ancak bunu istismar etmemek gerekir.

Yukarıdaki şartlara uygun olarak yazılan muskaları kullanmak ve taşımak (caizin terki ise evlâdır). İslâm dini açısından herhangi bir sakıncası yoktur; fakat bu şartlara aykırı olarak yazılan ve taşınan muskalar, Allah'a ortak koşma (şirk) anlamına geleceğinden, kesinlikle yasaklanmış, haram kabul edilmiştir.

Nureddin TURGAY

RİBÂ (Fâiz)

Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve yetişme, mübadeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir İslâm hukuku terimi. "Ribâ" kelimesi arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde "mutlak çoğalma" anlamı vardır.

Cins ve miktarı bir olan iki şey biri diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına riba veya faiz denir (İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, V, 277). Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin veya vadeli yüzyirmi gr. altınla mübadele etmek gibi... Böyle bir işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın ana para (re'sül-mal), 20 gr. fazlalık ise ribâ adını alır (Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 952, 953).

Riba sözcüğü yerine Türkçede daha çok "faiz" terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir. Elmalılı Hamdi Yazır ribâ ile faizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: "Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur... Câhiliyye devrinde asıl borca "re'sül-mâl", ziyadesine ise "ribâ" adı verilirdi. Bugünkü faiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrinin bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez. İşte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların) faizi veya nemâsı tabir olunan fazlasıdır. Karzdan (ödünç para) başka borçlar da (düyün) tatbiki dahi böyledir. Şüphe yok ki sözlükte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nemâ tabirinin kullanılması "Alım-satım ancak ribâ gibidir" (el-Bakara, 2/275) âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticarete benzetilerek yanlış bir kullanmadır (Elmalılı, a.g.e., II, 952, 953).

Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Buna göre, ribanın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan faize de uygulanır. Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir.

İslâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur. Faizcilik, Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi. Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi. Bu yüzden, içkinin yasaklanışında olduğu gibi, ribânın yasaklanışı da belli merhaleler geçirmiştir.

Ebû Hureyre'den, Hz. Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı. Cebrâil (a.s)'e bunların kimler olduğunu sorduğumda; Bunlar faiz yiyenlerdir" cevabını verdi” (İbn Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 353, 363). Mirac olayı 621 m. yıllarında Mekke'de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır. Yine Mekke'de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir (er-Rum, 30/39). Medine'de inen bir âyette ise, Tevrat'ta yahudilere faizin yasaklandığı, ancak bu yasağa uymadıkları için kendilerine helal kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir (en-Nisa, 4/160,161). Şu âyetle ise kısmî yasaklama getirilmiştir:

"Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin" (Âlu İmran, 3/130). Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir.

Kur'ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır:" Âllah alış-verisi helal ve faizi ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275); "Kim de haram olan bu ribayı helal diye yemeye dönerse, içte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/275); Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve (câhiliyette işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü'minler iseniz. Yok eğer bu faizi terketmezseniz; bilin ki, Allah'a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız" (el-Bakara, 2/278, 279).

Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Taif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir. Bu kabilenin Hz. Peygamberle yaptığı Taif anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti. Mekke'deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf'ten Amr b: Umeyr oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu. Durum Mekke valisi Attab b. Esîd (ö. 13/634) tarafından Hz. Peygamber'e yazıldı. Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz. Muhammed, vâliye âyeti yazdı. Ayrıca hükme razı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi. Bunun üzerine Taifliler faiz istemekten vazgeçtiler (et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, a.g.e., II, 972). Mekke ve Taif'in fethi 8. Veda haccı ise 10. hicret yılında vuku bulmuştur. Hz. Peygamber Veda haccı sırasında Mekke'de faiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle başlatmıştır: Dikkat ediniz! câhiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır. Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas b. Abdilmuttalib'in faizidir" (Müslim, Hac, 147; Ebû Davud, Büyü', 5).

İslâm'ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır. Nesîe ve fazlalık ribası.

A. Nesîe ribası (ribe'n-nesîe). Cahiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur. Bu, satım akdinden veya ödünç (karı) vermekten doğan bir borç için vade durumuna göre eklenen faizdir. Borç vadesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla faiz ilave edilir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit ribaya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir:" Ey iman edenler gerçek mü'minler iseniz Allah'tan korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278, 279).

B. Fazlalık ribâsı (ribel-fadl). Bu, hadîs-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup, mislî tür malı, misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerimiz üzerine ziyadeyle satmaktır. Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak trampa etmek gibi...

Ubâde b. es-Sâmit'ten Hz. Peygamber'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler. Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız" (Müslim, Müsâkat, 81; Ebû Davud, Büyü',18; Ahmed b. Hanbel, V, 314, 320). Bu hadisin Tirmizî'deki rivâyetinde şu ilave vardır: "Her kim bu şekil mübâdelede fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmış olur" (Tirmizî, Büyü', 23).

İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hadiste sayılan altı maddeyi "örnek kabilinden" sayarken, yalnız Zâhirîler, yasak hükmünün sadece bu altı maddeye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna bağlı olarak ribanın illeti de tartışılmıştır.

Hanefilere göre, faizin illeti mislî mallarda cins ve miktar birliğidir. Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği ortak niteliktir. Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Faiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen Şeylerde cereyan eder" (İmam Mâlik, el-Muvatta', Büyü', 44; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, V, 36-37). Nesîe (veresiye satış) ribasının illeti ise vadedir. Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vadeli mübâdelesinde bu çeşit riba gerçekleşir. Ancak vadenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muamelelere ihtiyacı nedeniyle özel nass (âyet hadis)larla meşrû kılınmıştır.

Şâfiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan diğer dört maddede ise illet "yiyecek maddesi" olmalarıdır.

Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri:

Altının altınla değişimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır. Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir. Böyle bir para ile altın zinet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübadele edilmiş olur. Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur. Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur.

Hayber'in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b. Ubeyd 12 dinara satın almıştı. Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü. Durumu Allah Rasûlüne anlatılınca;" Âltınlar ayrılmadan satın alınmaz" buyurdu (Müslim, Müsâkât, 17).

Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muâviye devrinde savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir sahabi, Ubâde b. Sâmit'in naklettiği altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler arasında olabileceğini belirtmiştir (Müslim, Müsâkat, 80; bkz. İbn Mâce, Mukaddime,II).

Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslâm'ın faiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir.

Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda mübâdele edilebilir. Hz. Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilâve etmiştir: "Bu maddelerin birbirleriyle mübadelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü sizin için ramâ'dan, yani ribâdan korkuyorum" (Mâlik, Muvatta', Büyü', 33).

Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir. Bilâl (r.a) Hz. Peygamber'e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi. Allah'ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: "Bizde âdi bir hurma vardı. Nebî (s.a.s)'e yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım". Bunun üzerine Allah'ın elçisi şöyle buyurdu: Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al" (Buhâri, Vekâle,11). Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse, mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değişim yoluna gidilmelidir.

Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.

İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz. Ancak İmam Ebû Yusuf altın veya gümüş para dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır. Satın alma gücünde ki düşme veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme) tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş para karşılığı itibariyle ödeme yapılır. Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını faiz olarak kabul etmemektedir. Ancak onun bu görüşü, kendi devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları kapsamına almamaktadır. İbn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir (İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, IV, 24, Resâil, II, 63, 64; Tenbîhu'r-Ruküd alâ Mesâili'n-Nuküd, Mecmuatu'r-Resâil, II, 52; el-Fetâvâl-Bezzâziye, (Hindiyye kenarında), c. IV, 510).

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı. Bunlar onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir. Onyedinci yüzyılda İngiltere ve İsveçte resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı. Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkilatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar. İşte sarrafların emanet bırakanlara verdiği "Goldsmith's notes" denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir (Feridun Ergin, İktisat, 560, 570).

Osmanlılarda, İbraz edildiklerinde altın karşılığının ödeneceği taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir. Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir. Borçların banknotla ödenmesinde bu enflasyon farkının ilâve edilmesi faiz sayılmamıştır. Meselâ, 1879 M. tarihli bir kararnamede, borçlar kâime ile ödenirken, 450 kuruşluk kâime yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kâime ederse o kadar kâime ödenmesi emrolunmuştur. Günümüzde kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübâdele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muâmelelerde kullanmasıyla tedâvülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur. Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî paralara uygulanan faiz hükümleri kâğıt paraları da kapsamına alır. Ancak kâğıt paralar piyasada, itibarî (nominal) değerle dolaştıkları için, aynı nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların benzeridir. Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf'a göre, tedâvülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın kıymeti üzerinden hesaplanmıştır. Bu, bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında "kur ayarlaması" olarak düşünülebilir.

Fâizsiz Ekonomi

Fâiz ve ribâ sözcükleri eş anlamlı olup, İslâm ekonomisinde bir terim olarak, mübâdeleli akitlerde taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık anlamına gelir. Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standard (mislî) mallarda cereyan eder. Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dahildir. Kur'ân-ı Kerîm'deki ribâ âyetleri (er-Rum, 30/39; en-Nisâ, 4/160-161; el-Bakara, 2/275-279). Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu konudaki hadis ve uygulamaları (Müslim, Musâkât, 17, 80, 81, 102, Hac, 147; Ebu Dâvud, Büyû, 19). İncelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür.

Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Faizli kredilerde ana paranın faiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir. Kredi kullananın zarar ettiği halde, ana para ve faizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Âltın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir. Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi salış yapınız. Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur" (Müslim, Musakat, 81; Ebû Davud, Büyü, 18; Tirmizi, Büyü, 23). İslâm hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen altı maddeyi "örnek kabilinden" saymış; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca "fazlalık" ve "vadenin"; cins farkı bulunduğunda ise, yalnız vadenin fâiz olacağı görüşünü benimsemiştir (el-Cassas, Ahkâmül-Kur'ân, II, 124). Sırf vade sebebiyle meydana gelen faize "nesîe ribâsı" denir. Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak on bin mark'la değişimi halinde, bu çeşit ribâ söz konusu olur. Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisnâ ve mislî malların faizsiz olarak karz-ı hasen verilmesi konunun istisnalarıdır.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yukarıda da anlattığımız uygulamaları, faizi anlamada yardımcı olabilir. Ashâb-ı Kirâmdan Fudâle b. Ubeyd (r.a) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr. altın para) satın almış, yalnız altınların 12 dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu Hz. Peygamber (s.a.s)'e sormuştur. Bunun üzerine "Rasûlüllah altın altına karşılık tartı iledir. Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın alınmaz" buyurmuştur (Müslim, Musakat, 17). Muâviye devrinde gümüş para ile gümüş ziynet eşyasının, tartılarak eşit ağırlıkta mübâdele edildiği nakledilir (Müslim, Musakat, 80). Bu duruma göre, meselâ; 15 gram ağırlığındaki bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr. altın parayla,15 gr. bilezik şeklindeki altını mübâdele etmiş oluruz. Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür. Bunun aksine 32 gr. ağırlığındaki bir bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr. altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür. Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının şart koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslâm'ın fâiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir. Ekonomik faaliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür. Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki noktalara ağırlık verilmesi gerekir.

1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması. Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfi bir paradır. J. Dobretsberger, Mısır'da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler. İktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama (Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, 569), Hz. Yusuf (a.s.)'un Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır. O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazine ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya'ya kadar yayılmıştı. Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standard) eşyanın bulunduğu açıktır (Yusuf, 12/ 10; Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960, IV, 2861).

Kâğıt paranın 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da, 19. yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır. Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir. Günümüz ekonomisinde kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı misli eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir. Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir.

2) Karz-ı hasen'e işlerlik kazandırmak. Allah (c.c.) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir (el-Hadid, 57/11).

Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı (Şevkanî, Neylül-evtar, V, 229). Bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekiz katı ecir verileceği nakledilmiştir (İbn Mace, Sadakat, 19).

İslâm'da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür. Ticari olmayan ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir. Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar. Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar.

Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, "yardımlaşma sandıkları"da oluşturulabilir. Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür. Diğer yandan böyle bir sandık ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir. Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vadesiz mevduatlarına da sahip çıkabilirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve faizsiz olarak çözülebilir.

İslâm'da özel sektörün uzun vadeli ve büyük kredi ihtiyaçları için "kâr-zarar ortaklığı" esası getirilmiştir. Mudâraba ve muşâraka bunlar arasında sayılabilir. Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri işinde çözmek mümkün olmaz.

3) Mudâraba ortaklığı. Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler. Buna mudâraba denir. İslâm'da mudâraba, özel sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir. Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, mudâraba, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık itimada dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş adamları meydana gelebilir. İşletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır. Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir. Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir. Zarar, önce kârdan karşılanır. Kâr yeterli olmazsa ana paradan ödeme yapılır. Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz. Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz. Zarar halinde, sermaye sahibi sermayesinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır (es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayius-Sanayi', VI, 87, 98; İbnül-Hümam, a.g.e., V, 58, 70 vd.; İbn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204).

Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir. İşletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudâraba ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir. Mudârabanın bu özelliği, İslâm bankacılığının esasını oluşturur. Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. İşletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudâraba anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır. Faizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir. Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir.

4) Muşâraka (inan) ortaklığı. İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere sevki, sanayi, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâraka yoluyla mümkündür. Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur. Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir.

Muşâraka'da ilk ana para mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder. Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir. Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ;100 kişi, her biri 1 milyon TL. koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tl.na yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına, yani 30 milyona çıkmış olur. Eski hisse senetlerinin 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir. Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1'ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir. Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir (es-Serahsî, a.g.e., 151; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 57-62; İbn Kudame, el-Muğnî, V, 27).

İslâm'da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudâraba veya muşâraka esasına göre, kısa veya uzun vadeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf sahiplerine başvurmak suretiyle karşılayabilir. Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tabi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir. Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur.

Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır. Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazan 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir. Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tabi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir. Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL. eksiğine devrettiği halde, %300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir.

Diğer yandan İslâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir. Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde ana para olamayacağını söylemişlerdir. Osmanlılarda 1464 M. tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur. Hatta buğday, arpa vb. diğer mistî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudâraba veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir. Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı (el-Mavsılî, el-İhtiyar, III, 14, 15; İbn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A. Davudoğlu, İstanbul 1983, IX, 278, 279).

Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçesinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir.

Buna göre İslâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir. Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya, ya da ortakların ana paralarına eklemeye razı olursa, kredi problemine faizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür. Günümüzde faizli kredi mâliyetlerinin %100'ü aştığı bilinmektedir. Müteşebbisler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalin üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır. Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudâraba veya muşâraka ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer. Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar.

Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allâh Rasûlünün diliyle şöyle öğülmüştür:

"Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır" (İbn Mace, Ruhün, 16); "Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır. " Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır" (Buhârî, Zekat, 25).

Hamdi DÖNDÜREN