16 Ekim 2008 Perşembe

MEDENİYET

Medeniyet, kelime anlamı olarak şehir­leşmek, şehir hayatını benimsemek anlamı­na gelir; teknik anlamda kültürün maddi ve teknik unsurlarını ifade eden bir terimdir.

Arapça "şehir" demek olan medine keli­mesinden türetilen "medeniyet", Batı dille­rindeki civilisation'a. karşılık olmak üzere, XIX. yüzyıldan itibaren dilimizde kullanıl­maktadır. Daha önce Osmanlı yazarlarının insanlığın maddi ve manevi bakımdan yük­sek refah dönemlerini anlatmak için "mede­niyet" anlamında imar, ümran ve ma'mur kelimelerini kullanmayı tercih ettikleri gö­rülür. 1890'lardan itibaren "medeniyet", bugünkü teknik özellikleri de ifade eden bir terim olarak dilimize yerleşmiş, 1940'lar-dan sonra ise yerine "uygarlık" kelimesi teklif edilmiştir. Günümüzde her iki kelime birlikte kullanılmaktadır.

Baü dillerinde "medeniyet" anlamında kullanılan civilisation kelimesi, Latince ci-vitas kelimesinden gelen İngilizce city, Fransızca çite (şehir) kelimeleri ve yine İn­gilizce civic (şehre ait), civit (nazik, kibar) kelimeleri ile akrabalık taşımaktadır. "Me­deniyet" kelimesinde de aynı durumu gör­mek mümkündür. Arapçada "medeniyet" karşılığı olarak kullanılan et-temeddün, "m, d, n," kökünden gelir, "m-d-n", şehre gelmek, bir yere yerleşmek; medine de şe­hir anlamındadır. Dolayısıyla temeddün ve­ya Türkçede kullanıldığı şekli ile "medeni­yet", şehir halkının yaşayışım benimsemek, şehirleşmek anlamına gelmektedir. Yine Arapçada, yaygın olarak medeniyet karşılı­ğında kullanılmakta olan el-hadare kelime­si ise, h,d,r. kökünden gelir ve bedevilik'in zıddı olan ve köy, kasaba, şehir gibi meskun yerleri ifade eder. Dolayısıyla el-hadare,

göçebeliği terk ederek köy, kasaba ve şehir­lere yerleşmek, şehirleşmek demektir. Ha-darı ise şehirde oturan, göçebe olmayan an­lamındadır.

Sosyal antropologlar medeniyet ve kül­tür terimlerini birbirine oldukça yakın kav­ramlar olarak ele alır ve medeniyeti bir kül­tür olgusu olarak değerlendirirler. Kültür ve medeniyet kavram lan arasındaki yakınlık, bunların birbirinden ayrılmasını güçleştir­mektedir. Gerçekten de bir milletin kültür ve medeniyetine ait unsurlar o kadar girift bir haldedir ki, bunlardan hangisinm kiHttt-re, hangisinin medeniyete ait olduğunu ayırmak güçleşmektedir. Bu durum, mede­niyet terimini tanımlamayı zorlaştıran ana sebeplerden biridir.

Aydınlanma dönemi düşünürlerine göre medeniyet kavramı toplumsal ilerleme fik­riyle, yani akliliğin (rationality) din karşı­sındaki galebesi, yerel, bölgesel adet ve ge­leneklerin çöküşü ve tabiat bölümlerinin doğusuyla kopmaz biçimde bağlantılıdır: İlerleme (medeniyet), mutlakiyetçi devle­tin gelişimi ve yerel vergi sistemlerinin,'ye­rel siyasal otonomluğun zayıflatılma» ve devletler içindeki kültürel tek biçimliliğin artışıyla da ilişkiliydi. XIX. yüzyılda ise kentsel, endüstriyel, kapitalist toplum şek­linde ilerlemeyle gelen hayal kırıklıklarının yabancılaşma ve anomiyi ürettiği görül­müştür.

Bütün bu güçlüklere rağmen, medeniye­ti "kültürün maddi ve teknik unsurları" ola­rak değerlendirenler olduğu gibi, "medeni­yet, milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen kültür unsurlarıdır" diyenler de vardı. Alman antropologu Thurnwald ise, "medeniyet, birikmiş bir bilgi ve teknik va­sıtalara sahip olmayı ifade eder" diyor ve bunu "medeniyet, bilme ve yapabilmedir" diye formülleştiriyor.

Sosyolog R.M Mac Iver'ın tanımı da su­dun "Medeniyet, insanın, hayatı üzerinde etkili olan şartlan kontrol amacıyla sarfet-miş olduğu çabalar sonucu meydana getir­diği mekanizma ve teşkilatın bütünüdür." Ziya Gökalp ise, milli kültürü meydana ge­tiren unsurların (din, ahlak, hukuk, estetik, dil, ekonomi ve teknik, rasyonel faaliyetler) değişik milletlerin ortak hayatında aldığı şekle "medeniyet" demek suretiyle, kültürü milli, medeniyeti milletlerarası değerler bü­tünü olarak görür. Buna göre medeniyet, "milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen davranış ve yaşama vasıtaları bü­tünüdür" diye tanımlanmaktadır.

Bir medeniyeti meydana getiren kültür değerleri niçin, nasıl ve ne gibi şartlarda ve hangi toplumlarda ortaya çıkar? Bazı top­lumlar maddi ve manevi alanda gelişme gösterebildikleri halde, bir kısım toplum­larda böyle bir gelişme neden görülmüyor? Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar, medeniyet kavramının açıklanmasında yardımcı olacaktır.

Şüphesiz bir medeniyetin doğuşunda ve yayılışında etkili olan temel unsur insandır. İnsanın biri bedeni, diğeri ruhi iki ayrı cep­hesi vardır ve her iki cephesinin ihtiyaçları­nı karşılamak zorundadır. İnsanlık tarihi boyunca yapıldığına tanık olduğumuz ev­ler, barınaklar, şehirler, kaleler, kurulan devletler, çıkarılan kanunlar, örgütlenme­ler, fikri ve felsefî akımlar, dini inanışlar... hep insanın maddi ve manevi varlığının gü­ven içinde sürdürülebilmesi hedefine yöne­liktir.

Bütün bu faaliyetleri ortaya koyabilen insan, bunları bir toplumun üyesi olarak yapmaktadır. Öyleyse, onu; yalnız başına ele almak yerine bir toplumun üyesi olarak

değerlendirmek ve insan-toplum ilişkisine dikkat etmek gerekir. Çünkü bu ilişkiler, başka bir ifadeyle toplumsal hayat olmadan kültürden, ekonomik faaliyetlerden, milli düşünce gibi şeylerden söz etmek mümkün olmaz. Bunlar olmayınca da kültürel geliş­me ve medeni inkişaftan söz edilemez.

Toplum gibi, insan hayatı ve faaliyetleri üzerinde etkili olan bir başka unsur da, coğ­rafyadır. İbn Haldun, göçebe ve yerleşik halk kültürlerini, büyük ölçüde, coğrafya­nın eseri olarak görür. Montesqiueu ve ben­zeri yazarlar coğrafyanın kültür ve medeni­yetin ortaya çıkışında önemli etkisi olduğu­na inanırlar. Gerçekten de insan hayatının dağlarda, sahillerde, çöl, orman, ılıman ik­lim veya tropik bölgelerde kazandığı farklı şekilleri görmemek mümkün değildir. Üs­telik coğrafyanın insan hayatı üzerindeki bu etkisi yalnız kültür ve medeniyetlerin doğu­şuna değil, onların değişik özelliklere sahip olmalarına da neden olmuştur. Nehir, yay­la, bataklık, takımadalar ve kara tipi mede­niyetlerde coğrafyanın etkisi açıkça hisse­dilir. Ancak, benzer coğrafi bölgelerde farklı kültür ve medeniyetlerin doğuşu, bu etkinin mutlak olmadığını gösterir.

Medeniyet tarihçilerinin üzerinde dur­dukları başka bir konu da medeniyetin kö­keni, gelişmesi ve yayılması meselesidir. Bu konuda pekçok görüş ortaya atılmış ol­makla birlikte, en önemlileri "gelişme" (ev­rim) ve "yayılma" (diffusion) teorileri ile "dini görüş/'tür.

Medeniyetlerin ortaya çıkışı ve yayılma­sı meselesinde bazı antropologlar gelişme fikrini benimsemişlerdir. Bunlara göre in­san hayatında görülen gelişme, sosyal bir gelişmedir ve sürekli olarak basitten karma­şığa (ilkelden medeniye) uzanan bir seyir takip etmiştir. Bu nedenle medeniyet, vahşet devirlerinden bugüne kadar sürekli bir ilerleme gösteren insan kültürünün eseridir. Medeni gelişme ya tek doğrultu takip etmiş (doğrusal evrim), ya aynı şartlar altında pa­ralel ilerlemeler görülmüş (paraleki evrim) veya zaman zaman duraklamaların görül­düğü bir gelişme (basamaklı evrim) olmuş­tur. Konuyu pozitivist bir yaklaşımla ele alan ve pek az tarihi belge ve arkeolojik bul­guya dayanan evrimciler, insan ruhunun birlik ve ayniliğine inandıklarından, aynı şartlarda değişik insan topluluklarının aynı medeni gelişmeyi gösterebileceklerine inanmış, fakat bu görüş büyük ölçüde eleş­tiriye uğramıştır. Eğer bu görüş doğru ol­saydı, insanlık tarihinde tek bir kültür ve medeniyetin bulunması gerekirdi. Oysa medeni gelişme tek doğrultuda olmamış, zaman zaman duraklamalar ve değişmeler göstermiştir.

Yayılma teorisini benimseyenler ise ev­rimcilerin aksine, insan ruhunun icat yerine taklide eğilim gösterdiğini, bu nedenle her­hangi bir ihtiyaca cevap verecek bir aracı başkasından almayı, onu yeniden icat etme­ye tercih ettiği temel görüşünden hareket ederler. (İnsanın bu özelliğine tbn Haldun da dikkat çekmiş, ve "taklitler teorisini" ge­liştirmiştir.) Bunlara göre medeniyetler, be­lirli şartların bulunduğu bir donemde, belli bir bölgede ve belli bir toplum tarafından ortaya çıkarılır, geliştirilir ve gelişen bu kültür ve medeniyetler oradan komşu top­lumlara ve dünyaya yayılırlar. Yayılma, su­ya atılan bir taşın oluşturduğu halkaların genişleyerek yayılması gibidir. Atın evcil­leştirilmesi, tekerleğin ve yelkenli gemile­rin icadı, madenciliğin gelişmesi yayılmayı kolaylaştıran ve hızlandıran bir unsur ol­muştur. Yalnız bir bölgede ortaya çıkan ve medeniyeti oluşturan teknoloji, sanat, din,

düşünce, örf ve adetler gibi kültür unsurları kaynaklarından uzaklaştıkça orijinallikle­rini kaybetmişlerdir. İşte böyle bir kültürel oluşum için en uygun yer Mısır'dır. Daha sonra Mezopotamya, Hindistan, Çin ve Or­ta Amerika gibi başka medeniyet merkezle­rine de dikkat çekilmiş ve buralarda görülen medeni gelişme de aynı görüş doğrultusun­da açıklanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, gü­nümüzde bu görüş de birçok eleştiriye uğra­mış ve yıpranmıştır. Değişik bölgelerdeki kültür unsurlarında görülen benzerliklerin, eşyanın fonksiyonundan ileri gelebileceği­ni, bu benzerliklerin yayılmaya delil teşkil edemeyeceğini öne sürenler vardır. Aynca bir bölge halkının, komşularından gelecek medeniyeti, büyük bir kültür değişikliğine uğrayarak aynen alması çok zor görülmek­tedir. Yakın bölgelerdeki farklı medeni ge­lişmeler de (Mısır yazısı ile Fenike yazısı arasındaki fark gibi) bu görüşe yöneltilen eleştiriler arasındadır.

Medeniyetin kökeni ve yayılmasını va­hiy esprisine dayandıran "dini görüşle ge­lince: Genel olarak dinin kültür ve medeni­yetin oluşumunda oynadığı rol feiliifmckte-dir. Günlük hayatın herhangi bir safhasında din kadar derin etki yapan başka bir sosyal kuruma rastlamak mümkün değildir. Bu, is­ter ilkel, ister gelişmiş olsun, bütün toplum­larda böyledir. Üstelik dinin insan faaliyet­lerine etkisi, sadece Allah ile kul arasındaki ilişkilere inhisar etmemekte, aksine bütün beşeri faaliyetler bu etkiye açık bulunmak­tadır.

Kur'an'da "Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 31) ayetiyle ilk insan olan Adem'e isimlerin öğretildiği ve bir dile sa­hip kılındığı, ona bildiklerini çocuklarına aktarması imkanının verildiği belirtiliyor. Böylece ilk insanla birlikte ilahi kaynağa bağlı ilk kültür de ortaya çıkmış olmakta­dır.

Gerek Adem ve çocuklarının vahye da­yalı bu kültürü, gerek daha sonra gönderi­len peygamberlerin tebliğleri, ilkçağların kültür ve medeniyetlerini oluşturmuştur. Üstelik bu tebliğleri onu kabul eden insan­lar tarafından dünyanın her yerine taşınmış­tır. Şu halde medeniyetin kökenini dinde aramak gerekir, tik dinle -ki o da Hz. Adem'in getirdiği ilahi dindir- başlayan ve özünde vahye dayalı unsurlar bulunan kül­tür, her yeni gelen peygamberin tebliği ile desteklenerek sürekli bir gelişme göster­miş, vahiy esasına dayanan medeniyetlerin ve o medeniyetleri temsil eden toplumların çöküşü ise, dini esaslardan ayrılmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Böylece in­sanın Allah'a ilimli ile yükselen medeniyeti, yine onun Allah'a isyanı ile yok olup git­miştir.

Osman ÇETİN

Hiç yorum yok: