Medeniyet, kelime anlamı olarak şehirleşmek, şehir hayatını benimsemek anlamına gelir; teknik anlamda kültürün maddi ve teknik unsurlarını ifade eden bir terimdir.
Arapça "şehir" demek olan medine kelimesinden türetilen "medeniyet", Batı dillerindeki civilisation'a. karşılık olmak üzere, XIX. yüzyıldan itibaren dilimizde kullanılmaktadır. Daha önce Osmanlı yazarlarının insanlığın maddi ve manevi bakımdan yüksek refah dönemlerini anlatmak için "medeniyet" anlamında imar, ümran ve ma'mur kelimelerini kullanmayı tercih ettikleri görülür. 1890'lardan itibaren "medeniyet", bugünkü teknik özellikleri de ifade eden bir terim olarak dilimize yerleşmiş, 1940'lar-dan sonra ise yerine "uygarlık" kelimesi teklif edilmiştir. Günümüzde her iki kelime birlikte kullanılmaktadır.
Baü dillerinde "medeniyet" anlamında kullanılan civilisation kelimesi, Latince ci-vitas kelimesinden gelen İngilizce city, Fransızca çite (şehir) kelimeleri ve yine İngilizce civic (şehre ait), civit (nazik, kibar) kelimeleri ile akrabalık taşımaktadır. "Medeniyet" kelimesinde de aynı durumu görmek mümkündür. Arapçada "medeniyet" karşılığı olarak kullanılan et-temeddün, "m, d, n," kökünden gelir, "m-d-n", şehre gelmek, bir yere yerleşmek; medine de şehir anlamındadır. Dolayısıyla temeddün veya Türkçede kullanıldığı şekli ile "medeniyet", şehir halkının yaşayışım benimsemek, şehirleşmek anlamına gelmektedir. Yine Arapçada, yaygın olarak medeniyet karşılığında kullanılmakta olan el-hadare kelimesi ise, h,d,r. kökünden gelir ve bedevilik'in zıddı olan ve köy, kasaba, şehir gibi meskun yerleri ifade eder. Dolayısıyla el-hadare,
göçebeliği terk ederek köy, kasaba ve şehirlere yerleşmek, şehirleşmek demektir. Ha-darı ise şehirde oturan, göçebe olmayan anlamındadır.
Sosyal antropologlar medeniyet ve kültür terimlerini birbirine oldukça yakın kavramlar olarak ele alır ve medeniyeti bir kültür olgusu olarak değerlendirirler. Kültür ve medeniyet kavram lan arasındaki yakınlık, bunların birbirinden ayrılmasını güçleştirmektedir. Gerçekten de bir milletin kültür ve medeniyetine ait unsurlar o kadar girift bir haldedir ki, bunlardan hangisinm kiHttt-re, hangisinin medeniyete ait olduğunu ayırmak güçleşmektedir. Bu durum, medeniyet terimini tanımlamayı zorlaştıran ana sebeplerden biridir.
Aydınlanma dönemi düşünürlerine göre medeniyet kavramı toplumsal ilerleme fikriyle, yani akliliğin (rationality) din karşısındaki galebesi, yerel, bölgesel adet ve geleneklerin çöküşü ve tabiat bölümlerinin doğusuyla kopmaz biçimde bağlantılıdır: İlerleme (medeniyet), mutlakiyetçi devletin gelişimi ve yerel vergi sistemlerinin,'yerel siyasal otonomluğun zayıflatılma» ve devletler içindeki kültürel tek biçimliliğin artışıyla da ilişkiliydi. XIX. yüzyılda ise kentsel, endüstriyel, kapitalist toplum şeklinde ilerlemeyle gelen hayal kırıklıklarının yabancılaşma ve anomiyi ürettiği görülmüştür.
Bütün bu güçlüklere rağmen, medeniyeti "kültürün maddi ve teknik unsurları" olarak değerlendirenler olduğu gibi, "medeniyet, milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen kültür unsurlarıdır" diyenler de vardı. Alman antropologu Thurnwald ise, "medeniyet, birikmiş bir bilgi ve teknik vasıtalara sahip olmayı ifade eder" diyor ve bunu "medeniyet, bilme ve yapabilmedir" diye formülleştiriyor.
Sosyolog R.M Mac Iver'ın tanımı da sudun "Medeniyet, insanın, hayatı üzerinde etkili olan şartlan kontrol amacıyla sarfet-miş olduğu çabalar sonucu meydana getirdiği mekanizma ve teşkilatın bütünüdür." Ziya Gökalp ise, milli kültürü meydana getiren unsurların (din, ahlak, hukuk, estetik, dil, ekonomi ve teknik, rasyonel faaliyetler) değişik milletlerin ortak hayatında aldığı şekle "medeniyet" demek suretiyle, kültürü milli, medeniyeti milletlerarası değerler bütünü olarak görür. Buna göre medeniyet, "milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür" diye tanımlanmaktadır.
Bir medeniyeti meydana getiren kültür değerleri niçin, nasıl ve ne gibi şartlarda ve hangi toplumlarda ortaya çıkar? Bazı toplumlar maddi ve manevi alanda gelişme gösterebildikleri halde, bir kısım toplumlarda böyle bir gelişme neden görülmüyor? Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar, medeniyet kavramının açıklanmasında yardımcı olacaktır.
Şüphesiz bir medeniyetin doğuşunda ve yayılışında etkili olan temel unsur insandır. İnsanın biri bedeni, diğeri ruhi iki ayrı cephesi vardır ve her iki cephesinin ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. İnsanlık tarihi boyunca yapıldığına tanık olduğumuz evler, barınaklar, şehirler, kaleler, kurulan devletler, çıkarılan kanunlar, örgütlenmeler, fikri ve felsefî akımlar, dini inanışlar... hep insanın maddi ve manevi varlığının güven içinde sürdürülebilmesi hedefine yöneliktir.
Bütün bu faaliyetleri ortaya koyabilen insan, bunları bir toplumun üyesi olarak yapmaktadır. Öyleyse, onu; yalnız başına ele almak yerine bir toplumun üyesi olarak
değerlendirmek ve insan-toplum ilişkisine dikkat etmek gerekir. Çünkü bu ilişkiler, başka bir ifadeyle toplumsal hayat olmadan kültürden, ekonomik faaliyetlerden, milli düşünce gibi şeylerden söz etmek mümkün olmaz. Bunlar olmayınca da kültürel gelişme ve medeni inkişaftan söz edilemez.
Toplum gibi, insan hayatı ve faaliyetleri üzerinde etkili olan bir başka unsur da, coğrafyadır. İbn Haldun, göçebe ve yerleşik halk kültürlerini, büyük ölçüde, coğrafyanın eseri olarak görür. Montesqiueu ve benzeri yazarlar coğrafyanın kültür ve medeniyetin ortaya çıkışında önemli etkisi olduğuna inanırlar. Gerçekten de insan hayatının dağlarda, sahillerde, çöl, orman, ılıman iklim veya tropik bölgelerde kazandığı farklı şekilleri görmemek mümkün değildir. Üstelik coğrafyanın insan hayatı üzerindeki bu etkisi yalnız kültür ve medeniyetlerin doğuşuna değil, onların değişik özelliklere sahip olmalarına da neden olmuştur. Nehir, yayla, bataklık, takımadalar ve kara tipi medeniyetlerde coğrafyanın etkisi açıkça hissedilir. Ancak, benzer coğrafi bölgelerde farklı kültür ve medeniyetlerin doğuşu, bu etkinin mutlak olmadığını gösterir.
Medeniyet tarihçilerinin üzerinde durdukları başka bir konu da medeniyetin kökeni, gelişmesi ve yayılması meselesidir. Bu konuda pekçok görüş ortaya atılmış olmakla birlikte, en önemlileri "gelişme" (evrim) ve "yayılma" (diffusion) teorileri ile "dini görüş/'tür.
Medeniyetlerin ortaya çıkışı ve yayılması meselesinde bazı antropologlar gelişme fikrini benimsemişlerdir. Bunlara göre insan hayatında görülen gelişme, sosyal bir gelişmedir ve sürekli olarak basitten karmaşığa (ilkelden medeniye) uzanan bir seyir takip etmiştir. Bu nedenle medeniyet, vahşet devirlerinden bugüne kadar sürekli bir ilerleme gösteren insan kültürünün eseridir. Medeni gelişme ya tek doğrultu takip etmiş (doğrusal evrim), ya aynı şartlar altında paralel ilerlemeler görülmüş (paraleki evrim) veya zaman zaman duraklamaların görüldüğü bir gelişme (basamaklı evrim) olmuştur. Konuyu pozitivist bir yaklaşımla ele alan ve pek az tarihi belge ve arkeolojik bulguya dayanan evrimciler, insan ruhunun birlik ve ayniliğine inandıklarından, aynı şartlarda değişik insan topluluklarının aynı medeni gelişmeyi gösterebileceklerine inanmış, fakat bu görüş büyük ölçüde eleştiriye uğramıştır. Eğer bu görüş doğru olsaydı, insanlık tarihinde tek bir kültür ve medeniyetin bulunması gerekirdi. Oysa medeni gelişme tek doğrultuda olmamış, zaman zaman duraklamalar ve değişmeler göstermiştir.
Yayılma teorisini benimseyenler ise evrimcilerin aksine, insan ruhunun icat yerine taklide eğilim gösterdiğini, bu nedenle herhangi bir ihtiyaca cevap verecek bir aracı başkasından almayı, onu yeniden icat etmeye tercih ettiği temel görüşünden hareket ederler. (İnsanın bu özelliğine tbn Haldun da dikkat çekmiş, ve "taklitler teorisini" geliştirmiştir.) Bunlara göre medeniyetler, belirli şartların bulunduğu bir donemde, belli bir bölgede ve belli bir toplum tarafından ortaya çıkarılır, geliştirilir ve gelişen bu kültür ve medeniyetler oradan komşu toplumlara ve dünyaya yayılırlar. Yayılma, suya atılan bir taşın oluşturduğu halkaların genişleyerek yayılması gibidir. Atın evcilleştirilmesi, tekerleğin ve yelkenli gemilerin icadı, madenciliğin gelişmesi yayılmayı kolaylaştıran ve hızlandıran bir unsur olmuştur. Yalnız bir bölgede ortaya çıkan ve medeniyeti oluşturan teknoloji, sanat, din,
düşünce, örf ve adetler gibi kültür unsurları kaynaklarından uzaklaştıkça orijinalliklerini kaybetmişlerdir. İşte böyle bir kültürel oluşum için en uygun yer Mısır'dır. Daha sonra Mezopotamya, Hindistan, Çin ve Orta Amerika gibi başka medeniyet merkezlerine de dikkat çekilmiş ve buralarda görülen medeni gelişme de aynı görüş doğrultusunda açıklanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, günümüzde bu görüş de birçok eleştiriye uğramış ve yıpranmıştır. Değişik bölgelerdeki kültür unsurlarında görülen benzerliklerin, eşyanın fonksiyonundan ileri gelebileceğini, bu benzerliklerin yayılmaya delil teşkil edemeyeceğini öne sürenler vardır. Aynca bir bölge halkının, komşularından gelecek medeniyeti, büyük bir kültür değişikliğine uğrayarak aynen alması çok zor görülmektedir. Yakın bölgelerdeki farklı medeni gelişmeler de (Mısır yazısı ile Fenike yazısı arasındaki fark gibi) bu görüşe yöneltilen eleştiriler arasındadır.
Medeniyetin kökeni ve yayılmasını vahiy esprisine dayandıran "dini görüşle gelince: Genel olarak dinin kültür ve medeniyetin oluşumunda oynadığı rol feiliifmckte-dir. Günlük hayatın herhangi bir safhasında din kadar derin etki yapan başka bir sosyal kuruma rastlamak mümkün değildir. Bu, ister ilkel, ister gelişmiş olsun, bütün toplumlarda böyledir. Üstelik dinin insan faaliyetlerine etkisi, sadece Allah ile kul arasındaki ilişkilere inhisar etmemekte, aksine bütün beşeri faaliyetler bu etkiye açık bulunmaktadır.
Kur'an'da "Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 31) ayetiyle ilk insan olan Adem'e isimlerin öğretildiği ve bir dile sahip kılındığı, ona bildiklerini çocuklarına aktarması imkanının verildiği belirtiliyor. Böylece ilk insanla birlikte ilahi kaynağa bağlı ilk kültür de ortaya çıkmış olmaktadır.
Gerek Adem ve çocuklarının vahye dayalı bu kültürü, gerek daha sonra gönderilen peygamberlerin tebliğleri, ilkçağların kültür ve medeniyetlerini oluşturmuştur. Üstelik bu tebliğleri onu kabul eden insanlar tarafından dünyanın her yerine taşınmıştır. Şu halde medeniyetin kökenini dinde aramak gerekir, tik dinle -ki o da Hz. Adem'in getirdiği ilahi dindir- başlayan ve özünde vahye dayalı unsurlar bulunan kültür, her yeni gelen peygamberin tebliği ile desteklenerek sürekli bir gelişme göstermiş, vahiy esasına dayanan medeniyetlerin ve o medeniyetleri temsil eden toplumların çöküşü ise, dini esaslardan ayrılmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Böylece insanın Allah'a ilimli ile yükselen medeniyeti, yine onun Allah'a isyanı ile yok olup gitmiştir.
Osman ÇETİN
16 Ekim 2008 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder